saat 10:00'dan sonra hasta bakmıyormuş. zaten istediğim tahlilleri, o istese de bugün yaptıramıyormuşum. kan işlemleri için de sekizle dokuz arasında gelmem gerekiyormuş. internetten 10:10 a randevu aldığımı söylememe gerek yoktu. ama ben yine de söyledim. omzunu silkti beş metre öteden. ailemizin hekimi olmasına rağmen çok mesafeliydik. o devletin bahşettiği makamında oturuyordu. bense kapının ağzında ayakta duruyordum. yeni tip muayenemiz böyleydi. aslında yaz sonu geldiğimde de böyleydi. fakat nedense bugün daga çok mahkemede hissettim kendimi. patron bir kere şahit yazdırmıştı oradan biliyordum. hakime beş metre mesafeden, ayakta soruları cevaplamıştım. lakin hep doğruları söylediğim için davayı kaybetmiştik. avukat hanım ve patron kızmıştı ama sokakta neyse de mahkemede doğrular söylenmeliydi. neyse işte. adımı sordu doktor bey. soyadımla birlikte söyledim yine uzaktan. masasının üstündeki bilgisayardan gözlerini kısarak güçlükle buldu bilgilerimi. en son eylülde bakmışız. hmmm, hı, haa.. dedi. şeker, kolesterol, b12, hemoglobin vs. yarın sabah sekizde gel. yaptıralım. ama bir dakika diyet yaptın mı?
"hayır"
o zaman bir anlamı olmazmış. üç ay diyet yapmalıymışım. poğaça, börek çörek, yağlı, kuruyemiş hede hödö yememeliymişim. ayrıca kilo da vermeliymişim. gerçi kilom gözükmüyormuş ama yine de kilo vermeliymişim. ondan sonra gelmeliymişim. ama artık burada eskisi gibi ertesi gün çıkmıyormuş tahlil sonuçları. beş günü buluyormuş. bunu bilerek gelmeliymişim.
"gelme diyorsunuz yani hocam."
"efendim?"
"teşekkür ederim hocam üç ay sonra görüşürüz."
ardıma bakmadan çıktım.
tahlil yaptıracağım diye kahvaltı da yapmamıştım. kurt gibi açtım. köşedeki pastaneye girdim. 2 sade, bir zeytinli ne olur ne olmaz diye bir de kaşarlı poğaça aldım. ama eve gitmeden evvel iki buçuk aydır robinson'a dönene saçlarımı kestirmeliydim. iki buçuk ay önceki gibi tufaya düşmemek için en iş yapmayan, en sapa yerdeki berberi gözüme kestirdim. zira, bu lanet virüsün en alevli zamanında, bir pastırma kasımında saçlar yine böyle robinson’ken bir sabah kimse olmasın, tenha olsun diye evin tam karşısındaki dükkanın açılışını beklemiş ama ben içeri girer girmez nerede pusuda yattıkları belli olmayan 2 müşteri daha gelmiş, 5 metrekarede 6 kişi olmuştuk. kapı açıktı ama acayip gerilmiştim. öte yandan basiretim de bağlanmış, kalkıp gidememiştim. üstelik bana denk gelen 'genç berber'in eli de acı verecek kadar ağırdı. o kadar ağırdı ki düşünün sonbaharın sonunda girdiğim berberden yaz başlangıcında çıktım nerdeyse. ben tamam oyalanma, favorileri düzelt gideyim dedikçe o misafire ikramı seven ev sahibi gibi abi dur daha tatlımız, çayımız da var diyordu. hem niye sıkıldın demez mi bir de? neyse yusuf yusuf diyerek tıraşımızı olduk. çok şükür corona olmadık. ama on yıllık berberim meto'yu ektiğim için başıma gelen bir ceza, bir diyet gibi düşündüm bunu. o vakit söz verdim kendime. saçlarım yere değene kadar uzasa da meto'dan başkasına gitmeyecektim. lakin işte hayatın mı cilvesi benim mi bedeviliğim bilemedim. hafta sonu yasakları geldi bir hafta sonra. zira evim de, işim de ters meto'ya. ancak hafta sonları gidebiliyordum. saçlar da uzadıkça sinirimi bozmaya başladı. uzun lafın yanisi; bu meto'yu ikinci atlatışım. acayip suçluluk hissi var içimde ama şartlar denen vahim şey diyerek teselli ediyorum züğürt gönlümü. işbu berberimiz benden 4-5 yaş büyük olmasına rağmen. "nasıl keselim ağbi?" diye girdi söze. "her taraftan kısalt, toparla işte" dedim. bu ağbinin eli, önceki genç berberi aratacak denli ağırdı ama çene zehir gibiydi. bir siyasete giriyoruz, bir futbola. arada, kafamızın üstündeki televizyonda dönen haberlere yorum yapıyoruz falan. ama ve lakin ne vakit hemşeri çıktık farkına varamadım. hani eskiden mahalle aralarında dolanan, "bohçacı geldi aanııım, çok güzel fal da bakarım" diyen bohçaçı ablalar vardı. çarşafları, yastık kılıfları gösterirken annemlerin ve asuman yengelerin falına bakar, saniyede on beş yirmi laf sayarken ağzı açık dinleyen annemler "ahan da bildi, valla her şeyi bildi" diyerek sevinirler kadını bohça alamdan zengin ederlerdi! işte bu bohçacılar gibi on saniyede beni de hemşeri olduğumuza ikna etti nedim ağbi. ee tabi, o kadar şey anlatıp ismini belletmez mi? nedim ağbim ya!! sonra işte; yaban domuzlarının fındık yediğini, ‘elit’ kesimin oturduğu mahallerde karları havada yakalayan belediyeler olduğu için buzlu kaldırımların olmayışını, dünürünün dünürünün köyündeki temiz havadan ve sonsuz yeşillikten, askerde tugay komutanının ondan başkasına tıraş olmadığını falan otuz iki dakikada, otuz iki kısım tekmili birden öğrendim. meto'nun kulaklarını çınlattım içimden. dedim oğlum meto sana ilk saç kesimimde ben de kurban keseceğim! bu son diyetim olsun dedim ve kapıdan çıkar çıkmaz poşetteki poğaçaları yemeye başladım..