“buldun da bunuyorsun” der eskiler. annem; “ahh evladım, şükretmeyi bilmiyorsun” der. sen ne dersin bilmiyorum. ama ben bin iki yüz kırk dördüncü kez “burada ne işim var?” diyorum. pencereden gözlerimin uzanabildiği en uç noktaya bakıyorum. niye hala buradayım diye soruyorum kendime.
ama öyle böyle değil.
radyoda çalan, anlamını birazdan öğreneceğim balkan şarkısı gibi böğürüyor içim, için için. kalbim, akciğerlerim, dalağım, retinam, kulak zarım, küçük dilim hep duyuyor. lakin asıl duyması gereken kaz kafalı beynim duymuyor. yahut işine gelmiyor. oysa hemen şimdi çıksam beşinci kata. destursuz, direk söze girsem. “patron buraya kadar. ben artık yokum. gidiyorum bu..” derken patron araya girip ‘ah muhsin ünlü’ zevzekliği yapsa. şimdi şakanın sırası değil hicabi bey. ben çok ciddiyim bakışlarımı, gözlerine gözlerine diksem. kararlığımı anlayıp itiraz etmese. sonra en sevdiğim kalemimi, radyomu ve sümen takımını çocuklara pay edip vedalaşsam. aralıkmış, kışmış demesem. yanıma hiç bir eşya almadan yanyoldan otobana çıkıp güneşin doğduğu yöne, hiç durmadan yol alsam.
gitsem.
gitsem.
dere tepe.
köprü viyadük dinlemesem.
sonra bolu tünelini geçsem. tosya’yı, ılgaz’ı, osmancık’ı daha sonra. ilk sapaktan sağa girsem. yeşilırmak’ın en zayıf, en ters kolunun yamacında, yeşil bir vadide dursam. arasam seni. ve ben geldim desem.
sen sorsan; “ner'desin?”
ben desem ki; “hayallerimin merkezindeyim. sen de gelsen ya?
yedi saniye düşünsen ki isviçreli bilimadamlarına göre olumlu kararlar en geç yedinci saniyede alınırmış. düşün, bir saniye daha düşünsen tamam diyemeyecekmişsin. ilk uçakla gelecekmişsin. ben kafamda tasarladığım kulübenin inşasına yine kafamda çoktan başlamış olsam. şimdiye kadar buraya gelmediğim için hayıflansam. suratımda kocaman ve şapşalca bir mutluluk sırıtışı varken, beni hayallerimden uyandıran sktiimin telefonu çalmasa. ama bir çalmasa..
.