üstümdeki kazağın kollarını dirseklerime kadar sıvadım. başımı duvara yasladım. müziğin sesini açtım. gözlerimi kapadım. bulutlarla köşe kapmaca oynayan kararsız güneşten seken sıcak ışınları beklemeye koyuldum. tüm bunları yaparken ekmek alma bahanesine çıktığım sabah yürüyüşünü anımsadım. sokaklar, ‘getirkomcu’lara, kedilere ve kuşlara kalmıştı. bir ara parkta toplaşan güvercinlerin fotoğrafını çekmek istedim. tepemdeki güneş gibi kararsız kaldım. ama çekmedim. çekemedim. yıllar önce yeni cami önündeki kuşlara yem atışımızı gördüm bir an için. on-on bir yaşlarındaydım. belki de on iki. kapalıçarşı’da kaybolduğum yıllar. bu kez annem yok. babam var yanımda. bir de ahmet amca, hafız’ın babası. hafız yok. ağabeyi fiko’da yok. niye bilmem. bir ara onlara bunu sormalıyım. kuşlara yem atalım demiştim. babam kabul etmemişti. ama ahmet amca; “atsın çocuk, biz de şurda birer sigara içeriz” demişti. onlar birinci sigaralarını içerken ben bir kavanoz kapağı dolusu yemi avuç avuç değil de tek tek atmıştım kuşlara. neyin tasarrufu ya da adaletiydi? bilmiyorum. hem her şeye bu kadar anlam yüklemeye gerek var mı? düpedüz çocukluk işte. sonra babam tuttu elimden. kapaktan bir tutam yem alıp böyle yapacaksın diyerek savurdu kuşlara doğru. bir düzine kuş bize doğru uçtu. babamı taklit ettim. kuşlar geldi. tekrar. ve tekrar. kapaktaki yemler bitti. ikinci tur için babama baktım. bakışlarıyla olmaz dedi. ağır adımlarla cağaloğlu’na çıktık sirkeci garı’nın önünden. ilk gördüğümüz kitapçıya girdik. babam listeyi uzattı. hepsinden üçer tane dedi. kitapçı, eczacıların reçeteye bakıp ezbere buldukları ilaçlar gibi listeye şöyle bir bakıp istenen kitapları bir çırpıda çıkardı masanın üzerine. “bunlar da delikanlı için” diyerek eski tip basmalı bir kurşun kalem ile kokulu pembe bir silgi verdi. silgi yeşil, elma kokululardan olsa bozuntuya vermeyecektim. ama pembe kokulu silgi nedir ya! babamın dürtüklemelerine rağmen teşekkür etmedim. benim yerime o teşekkür etti. çıkar çıkmaz da paparayı yememek için konuyu değiştirdim. "acıktım ben" dedim. ama azardan ve nasihatten kurtulamadım. ahmet amca o gün cankurtaranımdı. "üstüne gitme çocuğun, az ileride bildiğim güzel bir esnaf lokantası var" dedi. ben pilavüstü döner yedim. onlar sulu yemek. üstüne demli çay içtiler ikişer tane. biraz beşiktaş’tan biraz hükümetten lafladılar sanırım. buraya kadar her şey normaldi. kıyamet, hesap gelince koptu. hayır abartılı bir hesap gelmedi. yılların altlı üstlü iki komşusu, hesabı ben ödeyeceğim diye birbirine girdi. ama öyle böyle değil. “bak ahmet valla olmaz, kırk yılın başı bir yemeğimi ye, allah’ını seversen” diyen babam ahmet amcanın elinin cüzdanına gitmemesi için kolunu tutuyordu. lakin ahmet amca köyünde ilçe şampiyonu bir güreşçiymiş. sonradan hafız söylemişti. tabi garibim babam bunu bilmiyor benim gibi. boylu poslu da ahmet amca. babamı kolundan tuttuğu gibi şöyle bir savurdu masaya doğru. el çabukluğuyla da cüzdanını çıkarıp hesabı fazlasıyla ödedi. babam durur mu, durmaz. karadeniz’in inatçı ve hırçın rüzgarları dolanır içinde. "sirkeci’de çok şahane tatlılar yapan bir antepli usta var. tatlılar benden.itiraz istemem memet" diyor. ahmet amca kurtuluşunun olmadığını biliyor. eylül güneşinin altında dev gibi cüssesiyle bana göz kırparak "peki" diyor. babam önde, biz arkada cağaloğlu'ndan sirkeciye sallanırken gözümü açıyorum. yukarıda güneş, bulutlara üstünlük sağlamış tüm sıcaklığıyla beni kucaklamış. kollarımı kapattım. müziği değiştirdim. tüm bu olan biteni yazmaya başladım....
.