unforgiven - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

unforgiven



karşı kaldırımda iki adam. hararetle bir şey konuşuyorlar. biri sarı şapkalı. soluk gri, belediye ceketli. boyundan büyük küreğe yaslanmış öylece karşısındakini dinliyor. o kürek beni orta ikiye götürüyor. tarım dersi vardı. küçük bir de bahçesi okulun. toprakla ilk haşır neşir oluşumuz. mavi önlükler bir de dizlerimize uzanan. iş teknik ve tarım mıydı dersin adı, yoksa ayrı ayrı iki ders miydi? ama elimizde kürekler. hayır beller vardı. o kesin! toprağı sırayla ve iyice bellemiştik. otuz dokuz mevcut. bir öğretmen. bahçenin altını üstüne getirmiştik. karşısı mezarlıktı okulumuzun. bu ayrıntıya ne gerek vardı şimdi? bilemiyorum. zaten sonra tarım dersi iş teknik mi olmuştu? yoksa orta bire mi gidiyorduk? ve sarı kemal neden bana ‘sen bittin olm’ işareti çekmişti sabah iştimasında bir türlü oturtamıyorum. ayaktaki diğer adam; ha bire anlatıyor belediye ceketliye. elleri kolları havada. süavi sakalı var. bir de siyah papak var kafasında. bizim köyde ve evde papak denirdi çünkü bu örgü şapkalara. babamın da işte böyle siyah, yün papağı vardı. kışın evin içinde hep o papakla dolaşırdı. onunla yatıp onunla kalkardı. halbuki çirkin, siyah bir papak. bunu ona hiç söylemedim. bazı sabahlar ayak yolunda karşılaşıp korkmuşluğum da çoktur. bunu da söylemedim. ama artık biliyordur. bilmediği çok şey var oysa.
.
kafam edison’un ampülü gibi. bir yanıp bir sönüyor. nereye bakacağımı, ne düşüneceğini şaşırıyorum. enformasyon yağmur gibi. zaten dışarıda da yağmur yağıyor. kuşlar uçuyor. telefonlar hiç susmuyor. köpekler havlıyor. kuşlar yine uçuyor. hayat sandığımızdan çok uzun dostlarım. sanki küçük çaplı bir cinnetin ilk virajındayım. köprüden önce son çıkışı kaçırmışım. “köşeyi dönsem ölüm. düz gitsem hayat” 
öyle miydi o şarkı? 
bana kalsa, bu havada bir nazan öncel şarkısının içinde kıvrılıp uyumak isterdim. ama işte, bana kalmıyor.
.
oğuz atay’a özenip rahmetli babama mektup yazsam bana kızar mı? ya da zaten kızıyor mudur ondan sonra yaptıklarım için? onu dinlemeyip yaptığım tek yanlış için bir doğru gerekirken. yanlışlar  halkası oluşturduğumu görüp dövünüyor mudur? halbuki ve içten içe bu tek yanlışım için onu suçladığımı da biliyor mudur? metallica’nın unforgiven’ı mı yoksa clint eastwood’un affedilmeyen’i mi? beni kim affedecek? ben kendimi, babam beni, ben babamı affedebilir miydim? hem töbe haşa! affetmek kim, biz kimiz?
.
sonra işte o kış günü. gece on buçuk on bir gibi. ispanyollar zaten akşam yemeğini o saatlerde yermiş. maçları da o saatte oynuyorlar. bilbao’da beşiktaş'lı gökhan keskin yaradana sığınıp otuz beş metreden vurdu. sakar kaleci, zubizarreta topu elinden kaçırdı. goool diye höykürdü babam. goool. kulağındaki radyoyu kıracağından korktum. ama kafasındaki siyah papağı fırlattı yere. bir daha giymeyecek sanıp ben de sevinmiştim. gool gol diye. fakat peşinden dört gol yedik. ve babam o papağı ondan sonra hiç çıkarmadı. sevmedim. ama çok özledim.
.