.
kafam edison’un ampülü gibi. bir yanıp bir sönüyor. nereye bakacağımı, ne düşüneceğini şaşırıyorum. enformasyon yağmur gibi. zaten dışarıda da yağmur yağıyor. kuşlar uçuyor. telefonlar hiç susmuyor. köpekler havlıyor. kuşlar yine uçuyor. hayat sandığımızdan çok uzun dostlarım. sanki küçük çaplı bir cinnetin ilk virajındayım. köprüden önce son çıkışı kaçırmışım. “köşeyi dönsem ölüm. düz gitsem hayat”
öyle miydi o şarkı?
bana kalsa, bu havada bir nazan öncel şarkısının içinde kıvrılıp uyumak isterdim. ama işte, bana kalmıyor.
.
oğuz atay’a özenip rahmetli babama mektup yazsam bana kızar mı? ya da zaten kızıyor mudur ondan sonra yaptıklarım için? onu dinlemeyip yaptığım tek yanlış için bir doğru gerekirken. yanlışlar halkası oluşturduğumu görüp dövünüyor mudur? halbuki ve içten içe bu tek yanlışım için onu suçladığımı da biliyor mudur? metallica’nın unforgiven’ı mı yoksa clint eastwood’un affedilmeyen’i mi? beni kim affedecek? ben kendimi, babam beni, ben babamı affedebilir miydim? hem töbe haşa! affetmek kim, biz kimiz?
.
sonra işte o kış günü. gece on buçuk on bir gibi. ispanyollar zaten akşam yemeğini o saatlerde yermiş. maçları da o saatte oynuyorlar. bilbao’da beşiktaş'lı gökhan keskin yaradana sığınıp otuz beş metreden vurdu. sakar kaleci, zubizarreta topu elinden kaçırdı. goool diye höykürdü babam. goool. kulağındaki radyoyu kıracağından korktum. ama kafasındaki siyah papağı fırlattı yere. bir daha giymeyecek sanıp ben de sevinmiştim. gool gol diye. fakat peşinden dört gol yedik. ve babam o papağı ondan sonra hiç çıkarmadı. sevmedim. ama çok özledim.
.