pazar günlerini sevmem. ama pazar sabahlarının sessizliğini, sokakların insansızlığını, sadeliğini severim. pazarları erken kalkarım. yapabilirsem yürüyüş, yapamazsam kahvaltı yaparım. sonra mutlaka balkona çıkarım. müjdeli bir haber verecekmiş evvela burgazada’ya bakarım. ama o hiç bir vakit vermediği müjdeyi yine vermez. kaderimi kabullenirim. lakin bekir’in* aksine eğmem başımı. yukarı kaldırırım. mavi gökyüzüne. bembeyaz bulutlara. bazen griye. şanslıysam bir kuş görürüm. gülümserim. bu sabah kuş görmedim. ama yine de şanslıyım. çünkü nefis bir güneş. bembeyaz bulutlar. ileride burgaz var. on dakikadır balkonda ayakta duruyorum. çünkü oturduğum yere güneş gelmiyor. balkonun ucunda, güneş alan tek yerde dikiliyorum. kızarmış ekmek kokuları arasında sokağı izliyorum. siyah paltosu ve lacivert sırt çantası ile genç bir kadın martıya binmiş sessiz sedasız gidiyor. bizim sokağın köşesinde minik bir s yapıp karşı sokakta ilerliyor şimdi. sanki bir film karesi izler gibiyim. karşı sokak uzun. köşesinden dönene kadar onu izledim. amelie, lola yahut ejderha dövmeli kız gibi gözden kayboldu. sonra kül rengi bir kedi, belini incelterek alüminyum bariyerlerin altından karşı inşaata girdi. ellilerinde beyaz saçlı, kırmızı tişörtlü adamı servis minibüsünü silerken gördüm sonra. yoruldum. oturdum. güneş kollarıma geliyor şimdi. araç ve korna sesleri de gelmeye başladı. şehir yavaş yavaş uyanıyor. bir kedi gibi geriniyor. tek tük korna sesleri buna işaret. bir kaç saate kalmaz sokaklar, caddeler işten ve okuldan önceki son tatil gününü en iyi şekilde değerlendirmek isteyen insanlarla dolup taşacak. ben, pazar günlerini sevmem cümlesiyle başlayan bir yazıya otururum. üşenmezsem kendime az sütlü bir kahve yaparım. pessoa’yı, zarifoğlu’nu ve oğuz atay’ı yanıma alır, düşünür dururum. düşünür dururum. ama bir sonuca varamam. bir umut, burgaz’a bakarım. önündeki bir tutam maviliğe. fakat beklediğim müjde yine gelmez. buhar olup uçmak isterim. çünkü her şey ağır gelir artık. en başta pazar günleri....
...
.
*masumiyet(1997)
.