tehlikeli oyunlar - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

tehlikeli oyunlar


bu sabah. yağmurla geldim işe. güneşle mesaiye başladım. 3.7 ile sallandım. ilk tepkim AHA oldu. yan odadaki çocuklar. önce güldüler. sonra kaçıştılar. arkalarından bağırdım. “kaçmayın lan bina sağlam, çelik konstrüksiyondan yapılma!” 
haliyle konstrüksiyonu ilk seferde doğru söyleyemedim. dilim dolandı. ama onlar anladı. yine de kaçtılar. bu arada beklediğim çay her zamanki vaktinden 7 dakika geç geldi. hayır çaycı da kaçmamış. ben sormadan zaten muazzez hanım açıkladı. patronun misafiri varmış o yüzden gecikmiş. aşağı kaçan çocuklardan biri tık nefes yanıma geldi. “mithad bey, mithad bey! patron sizi çağırıyor aşağıda” dedi. çayımdan bir yudum aldım. suratımı ekşittim. muazzez hanıma baktım. sessizlik.
tık nefes çocuğa döndüm;  “çayımı içtikten sonra geleceğimi söyle ona” dedim. ama mithad bey diyecek oldu. sadece ama demesine izin verdim. “çık dışarı” dedim. muazzez hanım sen kal. muazzez hanım kaldı sarıdan pembeye dönen suratıyla. açıklama yapma ihtiyacı hissetti. “sabah gelince elmas hanım demledi sandım çayı ama demlememiş o yüzden.....” sözünü tamamlamasına izin vermedim. “onu sormayacaktım.” şaşırdı. “yine çayı mı değiştirdiniz?” diye sordum. rahatladı. yüzü eski haline döndü. “eşfak bey bu çayı denememizi istedi. hem daha hesaplıymış” sinirlenir gibi yaptım. “miş mış. hesaplıymış. denemeliymişiz. bitene kadar bana kahve getirirsin o zaman. çayı da eşfak bey denesin.”
“tamam mithad bey” deyip çıktı muazzez hanım. ardından ben de çıktım bir hışımla. odasının önünden geçerken az önce içtiğim çayın buruk tadı aklıma geldi. “eşfak bey, denettiğiniz çay bok gibi.” dedim. patronun ortanca kardeşi eşfak bey, yakın gözlüklerini çıkarıp yatar vaziyette internet gazetesi okuduğu koltuğundan yüz on kiloluk vücudunu güçlükle doğrulttu. şaşkın şaşkın bakıp bir şey diyecek gibi oldu. beklemedim. bir kat aşağı indim. patron çardakta sabah kahvesini içiyordu. beni görünce canı sıkkınmış gibi yapıp “gel mithad bey gel” dedi. gittim karşısına oturdum. sol bacağımı sağ bacağımın üzerine attım. çünkü yıllardır sağ bacağımı sol bacağım üzerine atamam. galiba kaslarım kısaymış. ondan. patronun hoşuna gitmedi. ama bununla ilgili bir şey de demedi. başka bir şey dedi. malum ekonomik koşullar, pandemi, döviz artışı, amerikan seçimleri vb nedenler tasarrufa zorluyor. uzun lafın kısası iki elemanınla yollarımızı ayırmamız gerekiyor. bir şey demeden beş altı saniye yüzüne baktım. 
sonra, bir şey soracağım dedim. dinliyorum dedi. diyelim bu iki arkadaşı çıkardık. muhasebeyle birlikte, finansman, insan kaynakları, dış ticaret, satın alma ve idari işleri yine biz mi yapacağız? hiç tereddüt etmeden “evet” dedi. benim cevabım da netti. sağ el başparmağımı işaretle orta parmağımın arasına sokup burnuna doğru uzatıp “nah biz yaparız” dedim. ilave ettim. “bütün bunları benim yaptığım paraya yapacak kullanışlı bir enayi bulursan yaptırırsın” dedim.
ne yani istifa mı ediyorsun şimdi?
el hareketimin hırçınlığını biraz olsun yumuşatarak, “bak patron!” dedim en mülayim sesimle. “seninle arkadaşlığımız baki. lakin bu yaptığın düpedüz fırsatçılık, ibnelik, taoculuk adı her neyse işte. senin yaptığın ne biliyor musun?”
neymiş?
bu sabah yağmurda, ıslak yolda sol şeritten kopmuş gelirken hıyarın biri geldiğimi görmesine rağmen kafayı çıkardı. iki kez sellektör yaptım. bir kez kornaya bastım. çekilmedi. girdi şeridime. yol ıslak fren koysam ne olacağımız meçhul. basmadım frene. ama gazdan da çekmedim ayağımı. çünkü istanbul’dayız. ya pandemiden ya depremden ya da trafikten ölecektik. belki o gün bugündür dedim. ama manyaklığımı anladı öndeki. o bastı gaza ve uçtu gitti. sen de işte bu hıyar gibisin. ama ben de benim işte. 
“anladım” dedi patron. 
bari bir kişi kalsın,  bir kişiden tasss. sözü havada kaldı. 
“bu bina çelik konstrüksiyondu değil mi?” dedim. 
“evet. allah korusun 7,5 a dayanacak şekilde yapıldı. yalnız konstürksiyon değil o” dedi. “biliyorum” dedim...
.