sırtımda haki renkli tişört, onun üzerinde kolsuz, ince lacivert yelek. elimde oğuz atay’ın günlüğü ve yüzümde bir haftalık sakalla güneşe, balkona çıktım. ondan önce, sabah mahallenin marketine, sonra ilçenin en büyük hipermarketine çıktım. sanki her şey normalmiş gibi. olması gerekenler oluyormuş, sıradan bir gün gibi. o zaman güneş yoktu. ama yağmur da yoktu. alacaklarımı çabucak alıp döndüm eve. arabanın kontağını kapattığımda bir şeyi unuttuğumu fark ettim. eve çıkmadan ercan abiye uğrayıp eksiğimi tamamladım. ercan abi bir yandan para üstümü veriyor bir yandan da kapının üstüne astığı 37 ekran televizyonundan gelecek mucizeyi bekliyordu. ben sormadan özet geçti: “on yedi saat sonra iki kişiyi kurtardılar gece. şimdi de 5 kişilik bir aileye ulaşmaya çalışıyorlar.” dedi gözünü televizyondan sakınmadan.
“inşallah kurtarırlar abi, hayırlı işler” diyerek çıktım. şimdi balkonda, tam karşımda bitmek üzere olan ve yeni yönetmeliğe göre yapılan inşaata bakıyorum. düşünüyorum. şanslı yahut bahtlı kime denir bahtsız kime? eski yönetmelik ve eski şark kurnazlıklarıyla inşa edilip 70 km ötedeki sarsıntıda yıkılan çürük binalarda “harcanan” hayatların sorumlusu kim? o binaları yapanlar mı yoksa onlara izin verenler mi? yahut bizler miyiz? ama biliyorum, biliyoruz beyhude sorular bunlar. biz nasıl alışıp kanıksadıysak, sebep olanlar da sebep olanlara ses etmeyenler de bunun gayet bilincinde on yıllardır. isimler değişiyor ama zihniyet değişmiyor. çok değil bir kaç güne, en başta iki gündür olay yerinden canlı yayın yapanlar, sonra ben sen o biz siz onlar hepimiz başımızı başka yöne çevireceğiz. ta ki başka bir bina üzerimize yıkılana kadar. sonra işte yine uzmanlar, canlı bağlantılar. yine siyaset, hamaset. ve biz yine unutacağız. gerçekten sıkıcı bir durum. aynı filmin bir kore versiyonunu, bir amerikan veya ingiliz versiyonunu izlemek gibi. olay aynı. yer ve kişiler farklı. ama yüzde yüz türk yapımı!
.
yukarıdaki satırları yazarken güneş bulutların arasına, ben içeri girdim. canım okumak istemedi. televizyona zaten bakamıyorum. bir şeyler yapmalıydım. üç beş kışlık çıkardım, kısa kolluları kaldırdım. emektar bir el radyosu vardı. çok anlamasam da onunla uğraştım biraz. babamın maç dinlediği el radyosunu tamir ettirdiğimiz bir an aklıma geldi. fıs fıs bir şey sıkıyordu recep usta. araştırdım. yağsız kontak spreyi imiş. radyonun kapağını tutan iki vidayı çıkararak kapağı açtım ve evde bulduğum bir spreyi sıkarak açma kapama düğmesindeki cızırtı ile ses kopukluğunu giderdim. şimdi eskisinden iyi durumda. güzel çalışıyor. tam üzerine yorgunluk çayı demlemek için mutfağa girdiğimde güneş yeniden yüzünü gösterdi. çabucak çayı demleyip kitabımı da alıp çıktım balkona. belki şimdi biraz okuyabilirim. hiç bir şey olmamış gibi. her şey normalmiş gibi.
.
jacob gurevitsch - la maison verte