şemsiye - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

şemsiye



avuç içlerimi güneşe, ruhumu müziğe verip gözlerimi kapadım. halbuki kaç aydır elimde sürünen tomris uyar’ın incecik yaz kitabını bitirecektim. söz vermiştim. fakat muhteşem güneşi görünce caydım. biraz da yorgunluk. iki gündür yağan yağmurun savaş alanına çevirdiği balkonu toparlayıp yıkadıktan sonra okuyacaktım güya kitabı. ama işte güneş....
başımı geri yasladım. hafifçe soluma dönüp tomris hanımdan özür dileyerek kapadım gözlerimi. iddia ediyorum yine şaire inat. yok böyle bir mutluluk çünkü. kahvaltının değil güneşin, bilhassa ekim güneşinin mutlulukla doğrudan bir ilişkisi var bayım. misal güneş ışınları, tenimde sevgili dudağı gibi ılık temaslar bıraktıkça ben hayalden hayale koşuyordum. lakin bir ara rüzgar çıktı. güneşi ve sıcaklığını kaybettim. gözümü açtığımda yemyeşil bir şemsiye bana gülümsüyordu. tanıyordum bu saçaklıyı. üç yaz önce erikli'den almıştım. xyz bankasının eşantiyon şemsiyesi, bir kuzey rüzgarında hakkın rahmetine kavuşunca en sağlamından ver demiştim tıknaz, kara kuru belde esnafına. o da “abi bunlar ithal, kasırgaya bile dayanır” diyerek mübalağa sanatına çağ atlatmıştı. ama haklı da çıkmıştı. o şemsiye şimdi kapalı olduğu halde güneşimin önünde bir engel. kızmıyorum, niyeyse üzerindeki yazıları okumaya çalışıyorum. sanırım almanca. ama almancam yok. hoş bilsem de okunacak gibi değil. yelpaze gibi katlanmış, uzun yeşil üçgenlerden mütevellit  zeminde, kalın beyaz arial yazılar. rauth diyor kelimenin okunan bir yarısında. öteki tarafta eim. sonra bir çam ağacı gibi göğe yükselen üst taraflarında kırmızı beşgenler. ağacın ardında ise bir bulut ormanı var. ormanda bizim sınıfın çocukları koşturuyor. ilkokul dörtteyiz. pikniğe gitmişiz. gruptan biraz uzaklaşmışız. bir fabrikanın atık havuzunda kağıttan gemiler yüzdürüyoruz. sonra şlop diye bir ses. hafız pis suda çırpınıyor. “öğretmenim öğretmenim” diye böğürerek, hayatımda koşmadığım kadar hızlı koşuyorum. bir el, hafız’ı kirli sudan çıkarıyor. sınıfın en güzeli ve en çalışkanı özlem şaşkın. hafız’ın bir yaş büyük abisi fiko, bir ağacın altında ağlıyor. ben bir özlem’e, bir hafız’a, bir fiko’ya bakıyorum. yanıma gelen öğretmenimiz sol kulağımı çektikçe çekiyor. öyle ki; kulağım pinokyo’nun burnundan uzun, midas’ın kulaklarından biraz daha kısa oluyor. özlem’i uzayan kulağıma bakarken görüyorum. kulağım yerine yüzümün kızardığını hissediyorum. cayır cayır yanıyor suratım. öğretmenim hem çekiyor hem soruyor.
 “oğlum buradan ayrılmak yok demedim mi ben size?”
“dediniz öğretmenim.”
“demişmiş, yıkıl şimdi karşımdan.”
yıkılıyorum. 
biraz sonra özlem geliyor yanıma; “acıyor mu çok?”
kulağıma dokunuyor. başka bir yangın başlıyor bu sefer içimde. hafız’ı battaniyeye sarıp öğretmenin arabasına alıyorlar. fiko, iyi olacak mı? diyor titrek sesiyle. “iyi olacak, tabi oğlum. baksana pişmiş kelle gibi sırıtıyor bize” diyorum. sağ elinin tersiyle gözyaşlarını silen fiko’da gülüyor. ben gülüyorum. özlem gülüyor. sol kulağımdaki yangın yeniden başlıyor. gözlerimi açıyorum. saat on iki olmuş. güneş en tepede. yüzümde ve ruhumda tuhaf bir sıcaklık. radyoyu açıp tomris hanım’ı okumaya karar veriyorum..

her sabah yeni bir güne girebilmek, yaşamaya bir kere daha alışabilmek için yaptığı temrinlerdi: hemen saate bakmak, radyoyu açmak, bir sigara yakmak..*”
.
* tomris uyar - bol buzlu bir aşk lütfen!
.
.