yorgun - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

yorgun



bizim nesil yorgun, haddinden fazla yorgun” dediğinde ne demek istediğini çok iyi anladım apartman yöneticimiz hilmi beyin. benden çünkü, hepi topu iki yıl fazla yaşamıştı. aklımız tam ermese de yağ ve tüp kuyruklarının, sağ sol kavgalarının yaşatıldığı dönemin çocuklarıydık biz. ve büyüdükçe, o meşum şarkının sözleri doğrulandı bir bir, her geçen gün daha da kirlendi dünya. 
şimdi ikimiz de en azından büyükşehir kargaşasından sakinliğe kaçmanın yollarını arıyoruz. o şanslı. yolunu ve yordamını yapmış. sekiz ay sonra özgür allah’ın izniyle. ben...? benim vaktim daha var. lakin patronların bu ikircikli ve yavşak tavırları devam ederse benim de “skerim lan işinizi gücünüzü” demem an meselesi. lakin öyle olursa da zor olacak benim için. yolum yordamım, yolda düzülecek kervanım, bir kedim bile yok. aksine bir sürü kamburum var sırtımda, yanımda yöremde. o yüzden önce 'diplomasi' yani sabır diyorum. sonra işte otuz derece ekiminde balkonda güneşle avunuyorum. hem çok değil, bir kaç hafta sonra bu güneşi çok arayacağımı adım gibi biliyorum. o yüzden fırsat varken işi gücü siktir edip hafta sonu özgürlüğümün tadını çıkarıyorum. 
yine de yorgun muyum?
evet. 
hafta içi uğraştığım bir dolu saçmalık kafamı meşgul ediyor mu?
evet.
geleceğe dair bir dizi ümitsizlik sahibi miyim?
evet.
ama bir süreliğine, en azından bir günlüğüne pause tuşuna basıyorum.
burgazada'yla çınarcık arasına sis veya nemle çizilmiş beyaz tabaka içine demir atmış yük gemisini izliyorum şimdi ve yarım saattir.
çünkü gemiler ve denizler bana en imkansız hayalleri kurdurup en umutsuz hallerime derman olurlar. bazen de işte kaybolur giderim..
..
misal o sisli gemiye bakarken, babam geliyor aklıma. şimdi hayatta olsaydı, bu balkonda beraber otursaydık. “senin çayın gibi olmasa da benimki de fena değil işte” deyip taze demlediğim çayı getirseydim önüne. çay gelir gelmez, balkon korkuluğuna dayadığı sağ kolunu, ecevit mavisi gömleğinin sol cebine doğru kaldırıp maltepe sigarasına uzansaydı. ilk nefesten sonra öksürüğe boğulduğunda da beni dinlemeyeceğini bile bile “içmesen artık şunu” deseydim. hiç bir şey demeden müstehzi gülümseseydi bana bıyıklarının altından. sonra da uzaklara bakıp bildiği halde “şu ada burgaz mı?” diye sorsaydı. daha cevabını beklemeden “karşısı da yalova mı çınarcık mı?” diye ekleseydi. yeni aldığı isviçre çakısını anlatsaydı uzun uzun. hava kararana, hatta üstüne bir şey getireyim mi serinliğine kadar böyle havadan sudan, gerekli gereksiz meselelerden, dünyadan, hükümetten ve tabi ki beşiktaş’tan iki ahbapmış gibi saatlerce konuşsaydık. çünkü biz babamla, hiç bir vakit böyle uzun uzadıya konuşmadık.
oysa şimdi diyorum; yanımda olsaydı, bir ömür boyu yorulmazdım ben...
.