caddeden geçen civciv sarısı, son model spor arabaya bakıp "keşke her zamanki gibi sade söyleseydim kahvemi" dedim. iyi ki az şekerli demişim! bildiğin şerbet yapmışlar. tıpkı istanbul’un havası gibi. yapış yapış. iki gündür nemiyle ıslatan istanbul yağmura hasret bıraktı zira. duramadım. yürüyüşe diye çıktım evden. ayaklarım zaman zaman uğradığım cadde kafeye götürdü. seviyorum burayı. açık alanda sigara içilmeyen bölümü var bir kere. sonra yazın rüzgarı boldur. ferahtır. eğlencelidir. yanından gelip geçen hikayesi çoktur.
hemen bitişikte uzanan caddesi çok uzundur. öyle ki yanımdan geçen bir araca el etsem beni çok uzaklara, misal memleketime bazen de çocukluğuma götürecekmiş hissi uyandıran derinliktedir. ya da ben çok hayalperestim. bilemiyorum.
.
yaklaşık on dakikadır caddeyi izlemeyi bıraktım. kendime bakıp bakıp sırıtıyorum. hayır aynada değil. telefondaki 4-5 yaşındaki halime. bir aile fotoğrafı. yuvarlak bir kafam. meraklı gözlerim. şapşal bir yüz ifadem var. bazen kendimi, kendime benzetemiyorum. bazen de inanamıyorum. o kadar yıl geriye gitmek. çok acayip bir duygu. hatırlamıyorum elbet. ama fotoğraf çok şey anlatıyor. siyah beyaz olsa da. konuşuyor benimle. ailecek üzerinde oturduğumuz divan. babamın üzerindeki gömlekle aynı beyazlıktaki duvar boyası. muhtemelen kireçle boyanmış duvarın üzerinde hiç bir şey asılı değil. ne bir tablo. ne de o vakitler moda olan geyikli duvar halılarından. yan duvarda perde var. dünya yuvarlaklığında bir dairenin altına ve üstüne ikişer adet yarım ay konulmak ve çoğaltılmak suretiyle desenlenmiş. bej ya da açık kahverengi diye tahmin ediyorum rengini. kadrajda televizyon yok. gerçekte de yok. masa da karşıda olmalı. hem yer darlığından hem yokluktan sade döşenmiş bir oturma odası. ama mutluyuz fotoğrafta. şimdi her şeyimiz var. mutluluğumuz eksik..
yanımda, benden dört yaş büyük ablam. dokuz ya da on yaşın verdiği tüm bilgiçliği, hayatın anlamı çözmüş mağrur ve olgun bakışlarıyla orada da bugünkü halinden farksız. tüm saflığı, samimiyeti ve iyi niyetiyle objektife bakıyor. polo yaka tişörtü kırmızı olmalı. çünkü kırmızıyı çok sever. ve kırmızı ona çok yakışır. saçları şimdiki gibi yine çok kısa. sevmiyor kısa saçı. ama çok yakında yeniden uzayacak. biliyoruz. ablamın yanında, annemin kucağında kardeşim. bir yaşında muhtemel patlayan flaşın korku ve şaşkınlığında bakıyor. tişörtlerimiz aynı. enine çizgili. lakin renkleri muhtemel farklı. benimkinin çizgileri daha koyu. onunkiler açık. annemin kolundaki saati hatırlıyorum. ince, koyu kahverengi renkli deri kordonu vardı. düğün hediyesi olabilir. singer dikiş makinesinin gözünde, gözü gibi saklıyor. tıpkı babamla birlikte çektirdikleri bir fotoğrafı cüzdanında sakladığı gibi. babam, hafif soluna bize doğru dönmüş, başını çevirmek yerine gözlerini çevirmiş fotoğrafçıya doğru. o an ne düşündü ya da ne düşünüyor acaba? sağ eli dizinde, sol kolunu bizi kavrayıp kollayacak şekilde uzatmış. yok, ama bir saniye! sol elini yumruk yapıp böğrüne dayayıp resmen poz vermiş. hey gidinin koca yusuf’u. bu fotoğrafa en az yüz kez bakmışımdır. şimdi fark ediyorum bu detayı. tuhaf işte. bir güldürüp bir ağlatan fotoğraf sonunda gülümsetti beni bu küçük detayla. hayat, daha bakalım neler gösterecek..
..
ben fotoğraftan çıkarken tam karşıma bir çift geldi. yirmilerin ilk yarısındalar. delikanlı hamburger kola söyledi. kız, ağzını yaya yaya, kelimeleri özenle yuvarlayarak bir şeyler istedi ama anlamadım. garson bir tepsi yiyecekle geri döndü on dakika sonra. kız mütemadiyen konuşuyor susmuyor. oğlan hamburgeri yuttu. silip süpürdü. kız, nefes almadan, alfabenin bütün harflerini aynı cümlede kullanmaya yemin etmiş gibi.kulağımdaki müziğin sesini mecburen kırmızı, tehlikeli seviyeye aldım. lakin nafile. uzayıp giden yolun sonundan çok uzaklara, belki aile fotoğrafımızın içine hatta o zamanlara ışınlanmak istedim. geveze kız bahaneydi elbet. onun haberi bile olmadan, yitip gitmemin, bu yavanlıktan uzaklaşabilmemin sebebi olurdu. kim bilir? ben yine bilmiyorum..
.
beck - everybody's got to learn sometime
.
beck - everybody's got to learn sometime