başımı arkaya, hani şu turuncu, pütür pütür yalıtıma boyanmış duvara yasladım. yüzümü ve ruhumu akşam güneşine verdim. alt dairelerden taşan kızartma kokularının eşliğinde düşünüyorum. başka bir deyişle, doğruluk mu (ya da vicdan) cesaret mi oynuyorum kendi kendime.
...
fiko diyor ki; tosun (ilk kim niye, ne zaman böyle hitap etti. hatırlamıyorum. oysa ki -övünmek gibi olmasın- aramızda hafızası en güçlü olandım. ben bilmiyorum. onlar da hiç hatırlamıyorlar. hafız, fiko ve ben selim. millet, birbirine devre, kanka, moruk, kardeşim vs derken biz üçümüz birbirimize tosun diyoruz. hayır, hiçbirimizin tosunluk hali de yok!)
tosun diye tekrar etti ben sarı ışıkta geçerken; “sana buradan bir yer ayarlayalım (batı karadeniz'in şirin orman köylerinden biri) hafız da gelir hem. eskisi gibi üçümüz birlikte. ne dersin? ”
- allah derim. keşke mümkün olsa tosunum. ama biliyorsun şartlar neden o vahim şey...
sustuk sonra. konuşmadık uzunca bir süre.
.
halbuki, ne vakittir göksel’e hak veriyorum. “artık, dayanamıyorum. gidelim buralardan” diyorum. son on dört yıldır milyonuncu, son iki aydır yüz altmışıncı kez. sıkıcı bir durum. kabul ediyorum. hatta ben olsam beni takip etmezdim! lakin, en iyisi olmasa da elimden gelen bu bayım. yoksa ben istemez miyim sanıyorsun. güzel şeylerden bahsedeyim. sevgi pıtırcığından hallice yuvarlak ve dahi süslü kelamlar edeyim. sevgili emel müftüoğlu’nun dileğinin gerçek olduğunun müjdesini vereyim. birlik olup el ele tutuşalım istemiyor muyum sanıyorsun. elbette istiyorum. hem bu uğurda değil bir, iki yüzümün bile kararmasına razıyım. ama, ama işte..
....
.
bu sabah:
sahile inecektim. hatta katlanır sandalyemi de alıp denizin içinde oturacaktım. mecazsız, kaygısız. dünden bu düşünceye kurdum kendimi. erkenden uyandım yine. pencereden dışarıya baktım. kararsız kaldım. sabah, pazar kahvaltıcılarının, öğlen de pazar gezmecilerinin kalabalığını düşündüm. vazgeçtim. şortumu, tişörtümü giyip dün sabah yaptığım gibi, arka mahallenin tek katlı ve bahçeli evlerinin olduğu sessiz ve dar sokaklarında tempolu adımlarla yürüdüm, labirenteki fare gibi. bazen hızımı alamayıp koştum. yorulunca fırına girdim. yaktığım kalorilere denk bir poşet dolusu hamur işi aldım. çayı demledim. şimdi işte münzevi balkonumdan, başı dumanlı çınarcık’a, burgazada’nın görünebilen burnuna ve bir karış durgun maviliğe bakıp düşüneyazıyorum.
...
zarifoğlu’nun yaşamak kitabından sonra ikinci başucu kitabımı karıştırıyorum. diyor ki yüz yirmi altıncı sayfasında; “eskisinden çok daha az kazanıyorum, daha küçük bir hayat ama en azından zihnim neredeyse tümüyle bana ait*.”
büyük şehir keşmekeşinden sızlanıp duran hepimizin istediği zaten böyle küçük bir hayat değil miydi?
.
sonra, güneş bugün ilk kez yüzünü gösterdi. gömleğini çıkardım. başımı turuncu duvara, ruhumu müziğe teslim ettim.
.
.
* mehmet günsür - içeriye bakan kim