ağustosta diyorum çay harareti almıyor. bilakis artırıyor sevgilim. bunu da bir yere not edelim lütfen. hayır belki bir gün lazım olur diye değil. ‘mithad selim geçmiş gün böyle söylemişti’ diyerek belki adımı bu şekilde anarsınız diye. biliyorum taammüden bencillik. ama işte hayat çok kısa sevgilim..
sabahın yedi buçuğundan beri balkondayım. bu sıkıcı günün pazar olduğunu bilmek için takvime bakmaya gerek yok. mahalledeki hareketsizliğe ve sessizliğe bakmak yeterli. öyle ki kuşlar bile yok bugün. yaprak dahi kımıldamıyor düşün. ama ben her vakit olduğu gibi burgaz’a bakıyorum. önündeki bir tutam soluk maviye. tepesindeki koyu yeşil ormanlığa. sonra, aralarda ayrık otu gibi serpilmiş evleri seçiyor yaşlı gözlerim. düşünüyorum; acaba o evlerden birinde, hatta adada bir kulübede yaşasaydım yine böyle sıkılır mıydım? böyle huzursuz olur muydum?
düşüncemi bir koku dağıtıyor. kadın parfümü olmalı. meyve aroması fazla kaçmış gibi. tam beğeneceğim, ‘çok güzel bir koku bu’ diyeceğim, çocukluğumun plastik topları geliyor aklıma. patladığı zaman karpuz gibi ikiye yarar, içini dışına getirir kafamıza takardık. plastik topun içi işte, bu parfüm gibi kokardı biraz. bilemiyorum, belki de yanılıyorumdur.
adaya çeviriyorum yüzümü. üstünde duran beyaz ve yorgun bulutlara sonra. iki gündür içimden çıkmayan bu sıkıntının sebebi nedir?
midemin içinde plastik bir top var sanki. bu sıradanlık, bu işe gidip eve dönmeler, sırtımdaki yükler ölmeden bitmeyecek mi? ağustos bitiyor, nem gidiyor. eylül ve yağmur geliyor. sonra en sevdiğim ekim. kış oluyor. bahar açıyor. her şey değişiyor. ama içimdeki sıkıntı geçmiyor. bilemiyorum sevgilim. bilemiyorum. bir çay daha mı içsek?
.