hayat hep dilimize pelesenk olduğu gibi tuhaf mı gerçekten yoksa büyüklerimizin dilinden hiç düşürmediği gibi yalan mı? karar vermek zor. bugün. dünyaya gözlerimi açtığım topraklara dünyaya gözlerini kapayan kadim bir aile dostu için gittim. çok yıllar sonra. değişimini fotoğraflardan anlamaya çalışmıştım üç beş yıl evvel. şimdi gözlerime inanmak istemiyorum. çocukluğumdan, beni şimdiki ben yapan yıllarımdan tanıdık bir şey. elle tutulur, gözle görülür hiç bir şey. bu kadar mı olur? bir tek o yokuş, kışları naylon leğenlerle, tahta merdivenlerle kaydığımız gamsız hasan’ın bayırı. onu da yağ gibi asfalt yapmışlar. dizlerimizi parçaladığımız o şekilsiz, maviye çalan taş parkelerden ümidim zaten yoktu. ama her şey mi sil baştan yapılır. tarihimize, geçmişimize ihaneti üç beş metre kare fazla yer (şanslı olanlar! için fazladan bir daire) ile açıklamak çok mu kolaycılık olur? yoksa ben mi çok duygusalım. en başta mahalleden göç ederek ilk ihaneti belki de ben yaptım. yoksa ve zaten globalleşen, küreselleşen, tüketmeyenin adamdan sayılmadığı, eski ile yeni arasındaki zaman farkının dahası insanlığın her geçen gün azaldığı bu çılgın dünyada değil ben kim, nasıl dur diyecekti bu azgınlığa doğrusu, onu da bilmiyorum. hani ve bazen düşünüyorum da günden güne azalan insanlığımızın değişimi sanki bu mahallelerimizin çehresini değiştirmemizle başladı. en yükseği iki üç katlı olan, çoğu müstakil ama istinasız hepsinin bir bahçesi, üzerimizde ne kadar kilovat olursa olsun tüm elektriğimizi döküp saçabildiğimiz toprağı olan evleri beton kuleler yapıp, içine de birbirini tanımayan, tanımak da istemeyen ‘robotlar’ doldurduk. sonra da reklamlarla zehirlendik. önce macit bizi otomobillendirdi, sonra 666 ay taksitle ev’lendik. televizyonlarımız renklenip, en eyçdisinden netleştikçe, içimiz kararıp algımız bulanıklaştı. yan komşumuzdan bihaber olduk. çünkü hedeflerimiz vardı. en tepeye herkesten önce çıkmalıydık. ve her koyun kendi bacağından asılıyordu artık. bir elin nesi, iki elin sesi var portakal kokulu sıralarla pembe fişlerin nostaljisi arasına sıkışmış bir deyimden başka bir şey değildi. ya da bambaşka bir şey. farklı bir alem.. yalan dünya. gerçek ise; salim amcanın artık yaşamadığı..
...
ilk tanıdığımda onları daha çocukları yoktu. hayatımda gördüğüm ilk akrabalarım olduğu gibi ilk komşularımızdı da. hatta şu duvara asılan geyikli kilim ya da halıları da ilk onların evinde gördüm. ilkokul bir ya da ikinin teneffüslerinde uzak olan bizim ev yerine su içmeye, yağ ve şekere bulanmış (şimdi milyarlar verseler yemem dediğim) bir dilim ekmeği yemeye yine onlara, havva yengelere giderdim. en büyük beşiktaşlı babamsa, ikincisi salim amcaydı. uzun uzun güzelliklerini, insanlıklarını anlatacak değilim. zaten ne ben anlatabilirim, ne de kelimeler kifayet eder. son tahlilde güzel bir insan gitti bu dünyadan. iki belediye görevlisi -kim bilir bugün kaçıncı sıradanlıkla ve görev icabı- beyazlar içindeki salim amcayı başından ve ayağından tutup bir ‘sebze gibi’ kara toprakla buluşturduğunda “yalan dünya” dedim içimden. yalan..