hayat ne tuhaf ibrahim, dolunaylar falan?- II - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

hayat ne tuhaf ibrahim, dolunaylar falan?- II


bir kış boyunca ve ilkbaharın tamamında erken kalkıp güneşi beklediğim balkonda şimdi esecek bir rüzgar kırıntısına duacıyım. beklenen ve çok özlenen sevgiliyi arayan bir çift göz gibi. hatta ve biraz abartırsak -ki mübalağa en sevdiğim sanatıdır edebiyatın- godot gibi. sanki hayatımın bir amacı da salt beklemek gibi.  yahut üstüne anlamlar yükleyip içindeki acılarımızı çıkardığımız hayatımızın çok uzun bir sağlamasını yapar gibi bekliyorum. bazen de istasyonu bulamayan cemal süreya gibi niye ve neyi beklediğimi unutuyorum. neden hala durduğumu, yola devam etmediğimi düşünüyorum.
.
oysa son iki gece dolunaya uyandım. sanki bir işaretmiş gibi. lakin söylemiştim; inanmam işaretlere ve fallara. ha en çok da ben inanmak isterdim. o ayrı. ama işte her şey senin istediğin gibi olmuyor bu ihtimaller dünyasında. her neyse, dolunay diyordum. ilkinde saat gecenin 02:47’sini vuruyordu. ve ay en dolun halde karşımızdaki inşaatın iki kirişinin arasında kabak gibi parlıyordu. hatta ve adeta; uyduluktan istifa edip güneşin halefi olmaya hazırlanır gibi dünyamızı aydınlatıyordu. bir ölümlü olarak bu anı ölümsüzleştirmek lazımdı. fotoğraf makinem beş adım ötemde, çantamdaydı. lakin içimdeki oblomov mızmızlanıyordu. uyku sersemi, karanlıkta çantayı bul, çantada makineyi sonra. şarjını kontrol et, ayarını yap, kış mevsimi gibi uzun ve yorucu geldi. aslında düşünmek yapmaktan daha yorucuydu. yapmadım. tuvalete gittim. geldim. dolunay bu kez bulutların arkasındaydı. ama görünüyordu. önündeki transparan bir buluttu. hani ve sanki bir sigara tirkayisinin röntgeni çekilmiş ciğerlerindeki leke gibiydi. moralim bozuldu. fotoğrafı falan unuttum. gerisin geri yattım.
ertesi gece yani bu sabaha karşı. uyandığımda saat 03:47 idi. inka geleneklerine göre belki bu da bir işaretti. lakin işte bizim en büyük çaresizliğimizdi işaretlere bel bağlayamamak. ya yine yanılırsaydık? yine hayal kırıklığına uğrarsaydık. say say bitmezdi. belki de dilek tutmalıydım. zira iki gece üst üste birer saat arayla dolunaya uyanmam (ki belki de avrupa asya saat farkı kayması, bir zaman atlaması şeysi. aklımın ermediği şeyler. belki ve aslında aynı saatlerdi bilemiyorum.) elbet bilimsel ve tarihsel açıklamaları vardı. ama ben de yoktu. juno’ya sorabilirdim. en iyisini o bilirdi. fakat gece çok geç vakitti. yeniden fotoğraf çekme histerisine tutuldum. bu sefer röntgen temizdi. hava ve dolunay pırıl pırıldı. ve ağzına kadar dolmuş ay, iki kirişin arasından pis pis bana sırıtıyordu. bir tuhaflık vardı işte. ama çözemiyordum. uyku sersemiydim. ilkin zaten inanmadım. iki gece üst üste, aynı yerde, aynı saatte dolunaya denk gelmek ne bileyim? iki sene üst üste büyük ikramiyeyi kazanma olasılığı ile aynıydı sanki? rüya mı dedim önce. kolumu çimdikledim. değilmiş. lan dedim yoksa. tövbe haşa... hatırladığım tüm felaket ve bilim kurgu filmlerini baskıladım, atabildiğim kadar uzağa attım. bildiğim bütün duaları okudum. sevdiğim hobilerime yöneldim. lakin fotoğraf için önceki geceki düşüncelerimi yeniden düşündüm. duvarın ve kitaplığın dibindeki yeşil sırt çantam, içinde pıt pıt patlayan koruma poşetine sarılı makinem, şarjlar, ayarlar, gece çekimi, son kontroller, nasıl çıkmış diye tekrar tekrar bakmalar, çektiğini beğenmeyip yine yeniden deklanşöre basmalar falan olacak iş değildi. ağlatan istanbul nemine rağmen uyku can gibiydi. tatlıydı. kaldı ki bu kadar amansız düşünceden de yorulmuştum! vurdum kafayı yattım. ne olacaksa olsundu. hem biraz da astrologlar, göğ ve yıldız bilimciler düşünsündü canım.
.
.