istanbul’un dışından az evvel içeri girdim. hala burada yaşıyor olmak çılgınlık dedim. 60 km ötesi ile berisi nasıl böyle farklı olabilirdi? bakış açımız mıydı bizi böyle ortadan ayıran yoksa gerçekten... sahi neydi?
çayımı aldım. balkona çıktım. telefonumdan rastgele bir şarkı açtım. yarım saat kadar yüksek sadakat dinledim. aynı şarkıyı, aynı pişmanlıkla. defalarca hem de. ondan sonraki şarkı emre aydın’ındı. yarım saat kadar da onu dinledim. aynı şarkı, aynı hüzün. onlarca kez hem de. her şeyde olduğu gibi yine ikisinin arasında kaldım. yoruldum, beklemekten. aynı bıkkınlıklarla, benzer cümleleleri yazmaktan. sonra geçmiş temmuzlarımı özledim. kaygısız, telaşsız yazdığım plaj günlüklerini. saros’dan kafam gibi karışık blog sayfalarıma süzülenleri. o an işte, zaman makinemin olmasını öyle çok istedim ki. öyle çok. o olmuyorsa, ışın teknolojisinin gelişmiş olmasını çok istedim. anında saros’a ışınlanıp bu günlüğü oradan yazıyor olmayı diledim. çok şey istedim. biliyordum. istemişken dedim; sen de olsaydın yanımda. uçsuz bucaksız denize birlikte bakardık. kilometrelerce susardık belki ama birbirimizi yine en iyi biz anlardık. belki geçmişi bile temize çekerdik hemen oracıkta. ay’ı da şahit yazardık. hatta kim bilir, belki bir şarkı fısıldardım kulağına gün batarken.
kim bilir?
ben bilmiyorum. ama çok istiyorum,
o ayrı..
haa! az kalsın unutuyordum. madem isteyenin bir yüzü kara.. o vakit;
yaşlı çınar ağacının gölgesine koyacağımız ve oradan gün batımını izleyebileceğimiz bir de tahta masamız olsun istiyorum.
evet.
..