.
sara lov - square heart
üniversite sınavında yanlış tercih yapıp yahut aile baskısıyla dört sene mecburen aynı okula giden öğrenci timsali ben de yıllardır aynı hayatı gidip geliyorum. diyemezdim.
sara lov - square heart
.
öğle ( honey honey ): saat 12:39. içimdeki oblomov’ı kovdum. sahile indim. inanılmaz. yukarıda yaprak kımıldatmasına duacı olduğum rüzgar, aşağıda dizginlenemeyen kısrak gibi her yöne meylediyor. yeni türkü mamak türküsü’nü az önce bitirdi. sıla yan benimle diyor uzun yola gider gibi. uzun yolu tercih ediyorum. ilk gelen kuvvetli esintiye tutunuyorum. adalar’ı atlıyoruz. çınarcık ve yalovayı da. bulutlar zaten çok aşağıda kaldı. martılar ve göçmen kuşlar şaşkın. ben mağrur. ismini bilmediğim bir rüzgarın sırtında geniş bir kavis çizip ege’nin en kuzeyine yol alıyoruz. fonda şimdi honey honey’den little toy gun var. aşağıda yılan gibi kıvrılan bir treni takip ediyoruz. tren ama eskilerden. kömürlü, üstünde dumanı tütüyor. etraf alabildiğince yeşil. arazi bazen düz. bazen engebeli. çokça ormanlık. hedefe ulaşmak için sabırsızlanıyorum. nihayet önümüzdeki ilk tepeyi geçer geçmez denizi görüyorum. rüzgar hafif bir omuz hareketiyle denizin kucağına bırakıyor beni. sanki yıllardır görüşmeyen iki sevgili sıkı sıkı, doyayısıya sarılıyoruz birbirimize.
ikindi (ah istanbul):
güneşin alnında yürüyenler var. üstelik azımsanmayacak sayıdalar. onlar neyse de koşanlar bile var öğleden bu yana. büyük iş. hatta çok büyük cesaret. oysa sabah ajanslar, sıcak çarpması riski var diyordu. beni öldürseler koşmam bu sıcakta! serde tembellik var elbet. ama bu sıcakta, bu güneşin benden en uzak olmasını dilediğim mevsimde olacak iş değil. olmaz da zaten bu saatte. karşımda ikisi erkek, ikisi kadın dört emekli. kamp sandalyelerinde. ama sanki erkekler mars’tan, kadınlar venüs’ten, ayrı ayrılar. aralarından bir ırmak gibi geçen beton yol var. yarım saatte bir uzaktan uzağa konuşsalar da kadınların dedikodusu başka, erkeklerin siyaset ve futbolu başka. beyaz saçlı, ecevit gömlekli abi arada bir bana doğru bakıyor. sanki onları yazdığımı anlamış gibi. beyzbol şapkalı, oduncu gömlekli abinin sırtı bana dönük. sesi sahilde yankılanacak kadar basbariton; "o eski istanbul kalmadı artık azizim. kalmadı..”
.
bi'lodos lazım şimdi bize. bi’lodos, bi’kayık..
.
.
akşam (bir şarkı tut): elimde çayım, karşımda burgaz, kafamda bir dolu düşünce ile balkondayım şimdi bu vakit. kürkçü dükkanına dönen tilkileri şu an en iyi ben anlıyorum. beni kim anlar? bilmiyorum. ama ve galiba nazan öncel. bir dilek ve bir sanatçı hakkım olsaydı şayet. evet sezendir candır, kandır, aşktır, istanbul'dur ama işte nazan öncel'in dillendirdiği şarkıların bendeki duygusunu anlatamam, ağlayamam. gözyaşlarıma dokunamam. orhan veli'yi tanımam. o derece ve o yüzdendir ki, nazan öncel hayat'tır. başka bir evrenin ozanıdır o.
şimdi işte; elimde kürküm, karşımda çayım, burgaz'a doğru aklımdan bir şarkı tutuyorum.
şimdi işte; elimde kürküm, karşımda çayım, burgaz'a doğru aklımdan bir şarkı tutuyorum.
senin olsun!
sen de tut.
benim olsun!
.
.
yatsı (hatıralar): "peki dedi sen! sen istediğin hayatı yaşadın mı? ya da şunu yapamadığım dediğin bir şey var mı?" diye sordu. geçmiş gün. bir şey diyemedim. tıpkı babam hakkında bir şeyler sorduklarında yaptığım gibi. yutkundum önce. sonra da bakışlarımı kaçırdım. ve şimdi ne olduğunu hatırlamadığım bir şeyler eveleyip geveledim.üniversite sınavında yanlış tercih yapıp yahut aile baskısıyla dört sene mecburen aynı okula giden öğrenci timsali ben de yıllardır aynı hayatı gidip geliyorum. diyemezdim.
diyemedim.