ustam seslendi uzaktan, oğlum al takımları - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

ustam seslendi uzaktan, oğlum al takımları

bazen düşünüyorum da böyle temcit pilavı gibi ‘yok artık böyle olmayacak, bu şehirden gitmek lazım’ derken acaba gitmek istediğim gerçekten bu şehir mi yoksa içinde bulunduğum dahili ve harici şartlarım mı? hadi daha cesur olalım, acaba uzaklaşmak istediğim kendim miyim? şehir bir bahane enstrümanı mı? 
.
şimdi işte yine balkonda oturmuş, godot misali esecek bir tutam rüzgar beklerken aynı pilavı ısıtmaya çalışıyorum. haftanın beş günü, içinde bulunmaktan hiç haz almadığım bir binaya sırf  “iş olsun” diye sabah gidip akşam dönüyorum. hafta sonları markete, sahile, sonra yine markete gidip eve geliyorum.  doksan beş yazında bana  ‘ne umut dolu bir adamsın’ diyen komutanımın gördüğü umut parçacıklarını görmek istiyorum aynaya bakıp her akşam. göremiyorum. gördüklerimi de burada yazamam. mahremiyet denen bir şey var sonuçta.
.
böyle vakitlerde yapabildiğim en iyi şey. burayı, bu blogu ağlama duvarına çevirip kelimelerce yazmak. yazınca geçmiyor belki ama kısa süreli de olsa bir rahatlama oluyor. tıpkı yazın sıcağında görülen kısa süreli yağmur geçişleri gibi. ne bileyim her türlü acı ve hüznüne rağmen şimdi şefkatle ve minnetle andığımız çocukluğumuz gibi...




beş yaşında kapalı çarşı'nın mermer karolarını sayarken kayboldum. belki de altıydı. ama önemli olan 'hulusi kentmen yürekli' esnaf amcaların beni bulmasıydı. ilk mektebi iftiharla bitirmeden arkadaşlarla yan bahçedeki erik ağacına dalıp ilk günahımı işledim. ilk taşı bahçenin sahibi sakıp ağa attı. zaten başka da kimse taş atmadı. dokuzumda aşık olduğumu on dokuzumda anladım. bütün sınıfın aynı kızı sevdiğini ise ilkokul üçte gittiğimiz piknikte öğrendim. bir insandan ölmesini isteyecek kadar nefret ettiğimde orta ikide din kültürü ve ahlak dersindeydik. o yaz aile bütçesine katkı için çalıştığım karpuz sergisinde ilk kez aldatılıp annem yaşımda bir kadın tarafından dolandırıldım. sorunum matematik yetmezliğim değil sosyoloji bilmezliğimdi. neyse ki patron babacan adamdı. üzerinde çok durmadı. 
beşiktaş maçında polisten yediğim dayağı babama söylemesin diye kardeşime rüşvet verdiğimde üniversite üçteydim. genç werther’le aynı hisleri tattığımda henüz yirmi birindeydim. anılarımı anlatacak kadar çok değil ama beni olgunlaştırmaya yetecek süre askerlik yaptım. kimseye koşulsuz şartsız güvenmemeyi orada öğrendim. asker dönüşü plaza turnikelerinden girmeyi ben istemedim. fakat beş sene sonra oradan koşar adım çıkmayı bizzat kendim istedim. kendi işimin patronu olamayacağım ve ticaret bilmezliğim ise 365 günde tescillendi. halbuki rızk peşinde ne vergi kimlik numarasının ne de yaka renginin önemi yoktu. mühim olan insanlıktı. zaten meteliğe kurşun attığım ertesi yaz tüm renklerin en çabuk kirlenenini layık gördüler bana. oysa en has arkadaşlarım hep mavililer oldu. zaten sermaye ve sahipleriyle aram hiç iyi olmadı. hele ki 2009 krizinde dibi gördükten sonra ceketi alıp çıkmalarım, her mevsim yeni bir işe girmelerim kolay oldu. fakat 2012 avrupa futbol şampiyonasında zlatan ibrahimoviç’in fransa’ya attığı fantastik golden sonra dur artık dedim kendime. o gün bugündür aynı işyerindeyim. zlatan 39 yaşında ve hâlâ milan’da futbol oynuyor. ama ben ceketimi her an gidebilecekmişim gibi asıyorum her sabah.
.
foto : sporx.com