balkon konuşmaları - 10 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

balkon konuşmaları - 10



-  insan, kendini tekrar etmekten niye çekinir ki? aslında aynı kitabı bir kez daha okumak, aynı filmi tekrar izlemek gibidir. zira aynı eylemleri farklı zamanlarda yaparken aynı kişi değiliz. bakışımız, duruşumuz, düşüncemiz hatta saçımızın teli bile değişmiştir. o vakit saf bir aynılıktan bahsedemeyiz.
lafı niye bu kadar dolandırdım bilmiyorum. sanırım ilk cümlemdeki çekinserlikten. oysa alt tarafı pası sadık yalsızuçanlar’a atacaktım. iyiler hoşlar da  “bu şarkılar bir şeylerimizi çalıyor” diyecektim. çünkü ve zira; bu 35 C haziranında balkonda oturmuş yıllar sonra yine emre aydın’a takıldım. halbuki eylüle daha çok var. daha çok..
.
.
-  ama işte gönlün ferman dinlemediği gibi hüzün kumkumaları da mevsim dinlemiyorlar. şairin istanbul’a baktığı gibi olabildiğince tepeden baktım kendime. yalan yok arada adalar’a da baktım. ama en çok kendime. niye bilmem kırılma anını düşündüm bu sefil hayatımın. nerede raydan çıkmıştı da bir daha asla ve kat’a yerine oturmamıştı. çıkık bir omuz gibi nerde bir destek görse doğru mu yanlış mı,  sanal mı gerçek mi demeden yaslanmıştı tüm varlığıyla. halbuki geriye gittikçe, adalar göz temasımdan uzaklaştıkça bir değil birden fazla, iki elin parmaklarından az sayıda kırılma anlarım olmuş. öyle ki bir teoman şarkısı olmuşum haberim olmamış. kelimeler büyüdü parmaklarımda. bildiğim tüm hayatım paramparça. şimdi işte; ağustostan fragmanlar sunan ilk yaz sıcağında kendime bakmak konusunda çekinserim.
.
.
-  'holivud' yapımlarını gördüğümde mümkün mertebe koşarak uzaklaştım hep. işte ingiliz polisiyeleri olsun, avrupa sineması olsun, amerikan bağımsızları, penguen belgeselleri falan hep izledim. lakin bu kısır karantina günlerinde netflixci olunca mecburen (covid19 ile ilgilerinden şüpheliyim şerh düşelim viktor) amerikan, honduras, avustralya demeden, filtre etmeden izledik dizileri bir bir. misal  cia’nin ne boklar yediğini anlatan homeland bir solukta bitti. şimdi de designated survivor izliyorum. amerikalı hep. ama bildiğin borgen’in (müthiş danimarka dizisi) amerikancasını yapmışlar. tıpkı ingilizlerin yine danimarka’nın medarı iftiharı forbrydelsen’i mutasyona uğratıp the killing diye satması gibi. neyse uzatmayalım. son tahlilde bu survivor dizisi; kahrolası amerikan propagandalarını görmezden gelirseniz keyifli. sürükleyici. takip edilesi. evet.
.
.
- sabah çok sıcaktı. neyse ki rüzgar biraz esse rahatlayacak kıvamın da üstünde esiyor. caro emerald o tatlı sesiyle, the ghost of you diyordu. sabah dediysem on ikiye beş kalaydı. kuşlar henüz teşrif etmemiş, kargocular, market bağımlıları daha yola çıkmamıştı. öğlen olmasına rağmen beyinler yahut insanlar o kadar şartlanmışlar ki yasak varmış gibi devam ediyorlardı hafta sonlarına. hani öğlen dediysem bir buçuğu beş geçiyordu. bir kucak dolusu kitabı yine balkon masama yığmıştım. sevdiklerimle gündemi değerlendiriyorduk. tezer hanım iyi ki bu günleri yaşamadım. zaten yaşayamazdım diyerek söze girdi hemen. zarifoğlu, zarif bir eda ile; "ama öyle demeyin tezer hanım; tüm bu yaşananlar insanlık için. iyisi de kötüsü de. yeter ki ders almayı bilsin insanoğlu." tanpınar araya girdi bu sefer "saat kaç? diye sordu. yusuf atılgan, tanpınar’ın sözünü kesti “ahmet abi sözü nereye getireceğini hepimiz biliyoruz ama bu masada olma nedenin saatleri ayarlama enstitüsü değil huzur, lütfen konseptin dışına çıkmayalım ama sinemadan çıkmış insan, candır." dedi. orhan veli atıldı; "dostum kim bulmuş ki huzuru biz bulalım. hem biliyorsunuz bizi bu havalar mahvetti." herkes konuştu bir tek süreya hiç söz almadı. sağ elinin işaret ve orta parmağına sıkıştırdığı sigarası ile düşünceli düşünceli gökyüzüne bakıp durdu. sonra işte o ses. sokaktan gelen o sesle yıkıldı hayal dünyam. esskiciiii. eskilear alıommm.