saatler mi durmuş yoksa zaman mı? - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

saatler mi durmuş yoksa zaman mı?

bir haftadır geçmeyen kırgınlığımı, içine bir dilim limon atılıp çıkarılmış çayımı, başucu kitaplarımı, kurşun kalemimi ve içindeki 259 şarkıyla telefonumu alıp balkona çıktım. güneşi bulamadım. solumuzdaki, on sekizli katlı binanın ardında kalmıştı. sezgilerim beni yanıltmıyorsa gelmesine yaklaşık bir saat vardı. bekleyebilirdim. ama üşüdüm. kırgınlığımı, kitaplarımı, çayımı, şarkılarımı topladım. üstüne dün akşam havalansın diye balkona bıraktığım ceketimi, süveterimi aldım. içeri girdim. şimdi güneşi bekliyorum. 09:11
..
beklemenin bir kaan tangöze şarkısı yahut özdemir asaf şiiri olmasına izin vermedim. yaklaşık bir saat, kocaman beyaz kulaklıklarım küçük kulaklarımı acıtana değin caro emerald dinledim. yıllar evvel paris şarkısıyla vurulmuştum oysa. şimdi yıllar sonra akustik akustik bir dolu caro emerald şarkısı. 10:10
..

biraz olsun geçen kırgınlığım, kitaplarım, şarkılarım ve bu kez kahvemle geçen haftaki yerindeyim. sessizliğin ortasında will smith gibi. artık güneşli hafta sonu yasağını kanıksadık. kuşlar ve hane sakinleri. yüzde doksanı uyuyor. yüzde dokuzu kahvaltıda. yüzde birin biri benim. balkonda ciao bella söylüyorum içimden. lakin sağım solum, önüm arkam hep beton. iki binanın aralığından, sislerin içinden kınalıada’nın ancak burnunu görebiliyorum. hava açılıp pus dağılınca belki bir tutam mavi su sonra. buna da şükür. hem gökyüzü hala bizim. ay ve yıldızlar bizim. kuşlar sonra. al işte benjamin’in teki sap sap dolaşıyor. belli ki yiyecek arıyor. oysa korkmasa benden. simit, poğaça bir şeyler versem. su da veririm. kahvemi bile veririm. korkmasa ya! vapurun arka güvertesinin küçük bir bölümü saysa balkonumu. çünkü ben öyle sayıyorum iki haftadır. iki bina arasından kınalı’ya bakarken. 11:01
..
bu yasak fasilitesi beni çok eskilere götürdü. hayır 12 eylül demeyeceğim. yahut nüfus sayımı. hakkımı geçen hafta kullanmıştım. zeki ve metin diyeceğim. küçük kasetlerden tiyatro oyunlarını dinler gülerdik. bu kasetlerden biri de yasaklar’dı. ama şimdi tek bir diyaloğu bile hatırlamıyorum. sadece çok eğlendiğimizi.
o günleri fena halde özlediğimi. zamanın -yazının başlığına inat- göz açıp kapayıncaya ne çabuk geçtiğini. şimdi esen rüzgarın sırtına binip o günlere gitmeyi ne çok istediğimi.. 11:27
..
nazan öncel “bana mutlu birini göster alnından öpeyim” diyor. şarkıların sözlerinden çok müziklerine meftun olan biri olarak ilk kez bir şarkı sözüne yüzde yüz desteğimi ve bağlılığımı veriyorum. 11:43
..
sonra bu gece. -yoksa sabaha karşı mı demeli?- saat 04:07’ye uyandığımı hatırladım. şimdi ismini unuttuğum ama kafamda durmaksızın dönen bir sanat müziği eşliğinde geçmişimi eşeleyip durdum. elbetteki ve daha çok canımı sıkanları. ne son, ne ilk, ne orta hiç bir pişmanlığın fayda etmediğini bile bile saati beş yirmi beş yaptım. gözlerimi açtığımda saat 07:09’du ve yasak hala devam ediyordu. gerisin geri yattım. gözlerim kapalı zihnim açık bir süre orhan veli'ye nazire yaptım. lakin ve ancak 07:28'e dek dayanabildim. kahvaltıyı uzun tuttum. kahvaltı vakti balkonuna güneş vursaydı şayet çok daha uzun tutardım. ama ne dedik üç paragraf yukarıda; buna da şükür. şükran kesira. şimdi ve çünkü güneşin merkezindeyim. 11:54
..
bir kahve daha içer miyiz? diye sordum kendime.
cevap vermedi. ama içtik. önceki sütsüz ve şekersizdi. bu seferki çarpıntı yapmasın diye şekersiz ve susuz. salt sütlü. 12:02
.
eski yazdıklarıma tutundum şimdi de. özellikle iki bin on dokuz martı. yine ne çok sevişmişiz güneşle. hiç bir yazıda eksik olmamış. var olmuş hep. ve ben abdülhâk şinasi misali, değiştiğimi sanarken günden güne, saatten saate. aslında pek çok meselede hep aynı yere takılıp kalmışım. yine güneşli pazartesiler’i ve smoke filmini baş tacı etmişim. ‘yine çekip gitmeli’ buralardan demişim. ve yine işe gidip eve dönmek işkence gibi gelmiş. keza bir mesai günü işten erken çıkıp hiç bilmediğim sokaklarda umarsızca dolaşıp kaybolmak istemişim. kulağımda müzik. elimde fotoğraf makinesi. üstümde güneş. 12:40
.
bu saat oldu, sokaklarımız haydarpaşa’dan kars’a giden doğu ekspresinin uğradığı istasyonlar kadar sessiz hala. ama rüzgar beni hiç bilmediğim iklimlere sürükleyecek kadar delişmen esiyor. bir ılgıt. bir serin. sanki biraz da teşneyim buna. fiziken, yahut evden hiç çıkmadan internet aracılığıyla gidemediğim yerlere zihnen gidebilmek bazen çok büyük nimet. misal şimdi. kulağımda cem karaca. tepemde şahane bir güneş. ilk rüzgarda gitmeye çok hazırım. öyle hazırım. 13:03
..

nihayet! beklediğim rüzgar geliyor. tıpkı 2014 mayısında olduğunda gibi. yeniden biniyorum bu ılgıt rüzgarın sırtına. ve yine köyüme gidiyorum. çok az ve hatta neredeyse hiç konuşmayan amcamı buluyorum yaşlı bir ağacın altında. konuşmuyoruz yine hiç. o suskunluğunu bileyliyor elindeki demli çay eşliğinde. ben doğa özlemimi çekiyorum hücrelerimin en ücra köşesine. lakin bir şey oluyor. tarihte hiç olmamış ve olmayacak denen bir şey. amcam birden konuşmaya başlıyor. mütemadiyen anlatıyor. sanki bilim kurgu filmlerindeki gibi, çayına ilaç katmışlarcasına hiç susmuyor. o yıllardır suskunluk kolleksiyonu yapan ağır adam. iki kardeşini kendi elleriyle toprağa veren suskun çiftçi. sorulmadıkça cevap vermeyen, kelimelerini tutumlu kullanan, dedesini balkan harbinde, babasını birinci cihan harbinde yitiren hemen ardından annesini kaybeden öksüz amcam. çayından bir yudum alır almaz “ne iyi ettin de geldin evlat” diye giriyor söze. buralarda çok canım sıkılıyor. çocuklar da çoluk çocuğa karıştırdılar iyice. gelmiyorlar artık. bayramlarda bile. eskiden çarşamba pazarına kazaya iner, asker arkadaşlarımla oturur akşam servisiyle dönerdim. yengen gittiğinden beri... susuyor aniden. boğazına bir şey düğümleniyor sanki. sessizliğe bürünüyor yine. konuşmayacak sanıyorum. oysa aldanıyorum. devam ediyor başını yana çevirip. artık çarşıya da inmiyorum. köyde akranım da kalmadı. en son geçen hafta hıkırak niyazi’yi defnettik. mezarlıklar da doldu. yer kalmadı. mezarlığın bitişiğindeki tarlayı köye bağışladık bir kaç köylü. kafasını kaldırıp mezarlığa doğru baktı. derin bir iç geçirdikten sonra yengen dedi bu ağacı çok severdi. yazın altında serinlemeyi. çay içip sohbet etmeyi benimle. sohbet dediysem, beni bilirsin. o anlatır ben dinlerdim hep. okumayı çok istemesine rağmen ve köyde okul birincisiyken ‘kız çocuğu okuyup da ne olacak?’ diyen babası okutmamış. şehirdeki ortaokula yollamamış. ama o yılmadı. eline ne geçerse okurdu. ben zar zor liseyi bitirdim. benden çok şey bilirdi. çünkü çok okurdu. anlattıklarını ağzım açık dinlerdim. benim şaşkınlığımı gördükçe o daha da şevkle anlatırdı. sanırım ben onun anlatmasına, o da benim dinlememe aşıktı. vaktimizin çoğu bu ağacın altında geçerdi. vefat edince muhtardan rica ettim. çok ısrar ettim. bu ağacın altına gömelim dedim. dinlemedi. nuh demedi peygamber hiç demedi. kaymakamlığa başvurdum. üç buçuk sene oldu hala cevap vermediler. o gün bugündür şehre inmiyorum. muhtarla da konuşmuyorum. en son işte niyazi de gitti. her yıl nisandan kasıma demlikleri alıp bu ağacın altına geliyorum. yengen hiç gitmemiş gibi. bazen içim geçiyor. uyuyakalıyorum. rüyamda bu ağacın altında uzun uzun konuşuyoruz onunla. hep buradaymış gibi. ama işte bazen de yaşamak çok ağır geliyor be evlat! dedikten sonra çocuk gibi hıçkırarak ağlamaya başladı. elimdeki çay bardağını fırlatıp kocaman sarıldım amcama. sımsıkı. sanki yanındaymışım gibi. 13:42
.