sütü az olsun demiştim oysa kirli sakallı, burak özçivit bıyıklı esmer garsona. bir cam kupaya doldurduğu sütün içine koyu kahverengi parçacıklar atmışlar, kahve diye önüme koydular. yine de teşekkür ettim, niye bilmem. sanırım güneşin hatırına. gerçi hava güneşliydi. ama soğuktu. çok soğuktu. zaman zaman bulutlarla dalaşıyordu. onlara üstünlük kurmaya çalışıyordu. sigara içmediğim halde açık alana oturdum. denize yakın olmak istedim. kafenin sıfır noktasına belki de en soğuk konumuna yerleştim. çünkü neredeyse denizin içindeydim. kenarda yüzen ördek ve martılara komşuydum. adalar’a da yakındım. beş belki on kuş uçumu mesafede.
ben bir paragraf yazana kadar kahveye benzeyen şey buz gibi oldu nerdeyse. ellerimden daha soğuktu. yazdıkça çünkü ellerim üşümüyordu. biraz yüzüm, çokça kulaklarım. bu cümleden sonra kahveyi bir dikişte içtim. montun kapşonunu kafama geçirdim. bıyıklı garsona çay söyledim. bundan sonra ne yapacağımı düşündüm. hiç bir şey bulamadım. yazıp yayınlamadığım depresif yazılarımı okudum tekrar. hala yayınlanacak gibi değillerdi. belki bahara. ya da hiç bir zaman.
.
güneş bu kez bulutların esaretinden tamamen sıyrıldı. hiç gitmeyecekmiş gibi asılı duruyor şimdi tepemde. bu mücadeleye saygımdan dolayı kapşonu çıkardım. bir çay daha söyledim. sonra eski yazılarıma baktım yine. tam bir ay önce günlük tutar gibi olmuşum. aynı gün de bırakmışım.
.
16 ocak
yakın gözlüğümü evde unutmuşum.uzaktan bakıyorum herkese bu sabah. işlerimi uzaktan yapıyorum. yazılarımı uzaktan kaleme alıyorum. sevmelerim. yine uzaktan.
.
.
şimdi yine; tuhaf bir an içindeyim. bir yanım kalkıp gitmek, kilometrelerce yürümek istiyor. uzaklara, çok uzaklara gitmeyi düşlüyor yine. öte yanım yerinden kımıldamak istemiyor. bu güneşi bir daha ne zaman, nerede bulursun diyor. bıyıklı garson girdi sonra araya. “afiyet olsun başka bir isteğiniz var mı?” diye sordu. bir garsona bir denizin içinden bana nazar eden güneşe baktım. “türk kahvesi sade” dedim.
.
florina - va va vis
.
florina - va va vis