pardon, bi’çay daha alabilir miyim? - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

pardon, bi’çay daha alabilir miyim?

bir çay daha istedim. hayyam çayevi el ve isim değiştirdiğinden beri burayı belledim. hani mahalle kasaplarının önünde ciğerci kedileri ile bir parça etin hayalini kuran köpekler olur ya hep. işte onlar gibi ben de bu pastanenin müdavimi oldum aylardır.
çayı bi’kere olağanüstü. manzarası, konumu harika. üstelik rüzgar ters estiğinde aşağıdaki “beyfendi” kahvecilerin taze çekilmiş kahve kokularına mazhar oluyorsunuz. ruslar’ın sıcak denize inme hayali nasılsa benim gibi amatör bir hikayecinin de olmak istediği mekan böyle bir yer işte. dört yol ağzında. köşe başı bir mekan. şu an, tatil sabahının bu saatinde bile canlılığından ödün vermeyen bir yer. misal sağ yanımızda biri kırmızı tişörtlü, kır saçlı kırklı yaşlarındaki ve diğeri gri tişörtlü, kafasında eksik olan kılları yüzünde biriktirmiş elli yaşlarındaki iki tezgahtarın sebze ve meyveleri iğne oyası yapar gibi, titiz ve sessiz bir çalışmayla dizdikleri manav var. manavın karşısında taze-temiz-güvenli sloganıyla yola çıkmış bir şarküteri. sol yanını kahvaltı bölümü yapmış. şimdi iki masası dolu. bizim pastanenin tam karşısında ise bir balıkçı, günlük taze balıklarını satıyor. aynı zamanda lokanta, akşamın hazırlığını yapıyor şimdiden.
ve bu dört yolun içinden geçen türlü türlü hayatlar, hikayeler. yerlisi, yabancısı. müslümanı, yahudisi. genci, yaşlısı. öğrencisi, memuru. hepsi bizim. hepsi benim!
.


üçüncü bardak çayımı içerken gözlüklü, mavi kot ceketli adam, arkasında sürünerek gibi yürüyen arkadaşına seslenerek arkamdaki saatçinin camekanına yapıştı.
gel gel gel, nostalji saati. aynısından ben de vardı. klik klik tırnağınla ayarlardın.” dedi. kara kuru, tıknaz arkadaşı üzerine iki beden büyük krem rengi ceketinin içinde hiç istifini bozmadan ‘ben bu dünyada niye varım ki’ edasıyla ayaklarını sürüyerek, salyangoz edasıyla ağır ağır cama yaklaştı. hiç bir şey demeden öylece vitrine baktı. nostaljik arkadaşı bir kaç kelam daha edip “hadi gidelim” diyerek dükkanın önünden ayrıldı. peşinden de bizim bezgin bekir sessizce yürüdü yine.
.
burası iyi, güzel hoş yer de bu mevsim ve saatlerde güneşinin olmaması en büyük eksikliği. ama işte malum her güzelin bir eksiği. bize de hayattan nasibimize bu düştü. kabullendim dediğim anda manavın önünde bir grup sebzelerin fotoğrafını çekmeye başladı. sarı saçlarından ve konuşma lehçelerinden doğu avrupalı olduklarına hükmettim. gerçi bu neyi değiştirir, doğu ya da batı avrupalı yahut asyalı olmaları? elbetteki hiç bir şeyi. muhtemelen emekli, dört kafadar orta yaş kadını toplaşmışlar altın ve kısır günü paralarını istanbul’da yemeye gelmişler. facebook ve instagram için de farklı bir kültürün ilginç gelen her şeyinin fotoğrafını çekiyorlar. biz de öyle yapmıyor muyuz?
.
kırmızı tişörtlü manav, tezgahının önündeki müşterileri çoğaldıkça keyiflendi ve “sebzeciii” diye naralar atmaya başladı. gri tişörtlü ise gelen yeni müşterileri karşıladı. ben üşüdüğümü hissettim. gömleğimin önünü kapatıp düğmelerini iliklerken garsona dördüncü çay için üçüncü kez aynı cümlelerle seslendim.
pardon, bi’çay daha alabilir miyim?”
.
adriano celentano - ı passi che  facciamo