metro çığırtkanı en mekanik sesiyle, “yaklaşmakta olduğumuz
istasyon bostancı” deyince alelacele okuduğum kitabı çantama koydum. hemen
peşinden aynı telaş ve hızda yakın gözlüğümü çıkarıp önce siyah kutusuna,
kutuyu da yeşil çantama koydum. hemen akabinde çantamdaki uzak gözlüğümü alıp gözüme
takmıştım ki karşımda, kapının ağzında dikilen, yirmili yaşlardaki sıska
oğlanın gözlerini belertmiş, şaşkınlıkla beni izlediğini gördüm. gülümsedim. panikle
başını öteki tarafa çevirdi. inmek için ayağa kalktım. tren sert bir şekilde
durdu. öne doğru savrulurken sağımdaki demirden tutundum. genç bir kız
tutunamadı. önündeki adama çarptı. kız mahçup şekilde özür diledi. demirel
şapkalı yaşlı adam, müşfik bir sesle “olur olur kızım. sorun değil” dedi.
otomatik kapı tıslayarak iki yana açıldı. herkes büyük bir saygıyla bu müşfik
amcaya yol verdi. peşinden biz indik. hayat bir anlığına da olsa bayram oldu.
...
merdivenlerin çıkışında, metronun bana hep sevimli gelen loş ve
serin karanlığında game of trones müziği dinleyerek ve kafamda onlarca
düşüncenin akmasına izin vererek, yanımdan ışık hızıyla geçen cumartesi
insanlarının aksine, ağır adımlarla ilerledim. resmi bir törendeydim sanki.
sağımda ve solumda ışıklı reklam tabelaları. sonunun nereye çıktığını bildiğim
ama bilmezmiş gibi yaptığım o kıvrımlı, parlak parke taşlı yol. havada asılı
duran ve bana nedense hep denizi hatırlatan o rutubet kokusu. o yol işte, o
kısacık mesafe. ben diyeyim iki yüz metre sen de üç yüz metre. her yürüdüğümde
bana üç asır yürümüş gibi hissettiren, mutluluk yolum oluyordu. ki kulağımdaki
müzik tizlerin ve basların zirvesine çıktığında. lal oluyordum. anlatamıyordum.
yazmaya zaten alfabe bulamıyordum. o yolda yürürken kendimden geçiyordum.
içimde garip bir mutluluk ve huzur peyda oluyordu. bugün diyorum; öğleyi çeyrek
geçe yine o yolda yürüdüm. ve seni düşündüm. keşke dedim bir gün..
..
metro istasyonlarının en çok nesini seviyorum biliyor musun?
nereden bileceksin. hiç anlatmadım ki. istasyonların diyorum;
bilinmezliğini, belli bir ahenk içinde gözükmesine karşın içinde barındırdığı
kendine has o karmaşıklığını, küflü havasını da evet. seviyorum. az önce yine
çok sevdim.
son durakta inmek için iki kez karar verip bu kararımı üçüncü kez
bozduğumda elimde sebahattin ali kitabı, can havliyle kapanmakta olan kapıya
atıldım. bunu niye yaptım bilemiyorum. orhan veli şiirindeki gibi birdenbire
oldu her şey. beynime ne hükmetti o an inan hiç bilmiyorum. belki kulağımdaki
müzik, belki bir koku, belki bir çocuk sesi. belki...belki... neticede
etrafımdaki cumartesi kalabalığının "meczupmu ki bu" bakışlarına
aldırmadan, otomatik kapıya hafif posta, biraz da omuz koyaraktan ve koşar adım
attım kendimi dışarı. sebep ve niyet neydi tam olarak bilemiyorum ama akıbet
aynen anlattığım gibi oldu. aynı temaşayı metroya binerken de yaşadığımı
ve ışıklı tabelada metroya bir dakika yazısını gördüğüm an koşmaya başladığımı
söylesem. evet bence de pek anlaşılır bir yanı yok. lakin işte bu telaşlı ve
sakin kafayla düşününce son derece gereksiz fevri hareketlerimin elbet bir
değil binlerce sebebi var. fakat şimdi tek tek onları sıralayacak değilim.
metro istasyonlarını sevdiğimi söylemiştim.
yüzlerce basamağı ki bazısını makina yardımıyla bazısını ayak
yordamıyla çıktığım onlarca merdivenden sonra ulaştığım son düzlükteki o
kaybolmuşluk hissini seviyorum daha çok. birden çok seçenekli çıkış yönlerinden
hangisinin sizi gideceğiniz yerin en yakınına çıkaracağını isviçreli bilim
adamları gibi olmasa da çok zor bir fizik problemini çözmeye çalışan öğrenci
ergenliğinde hesaplamak, meydanın tam ortasında durup derin bir nefes alıp tüm
çıkışlara tek tek bakmak. yazıları bir kez daha okumak. kırmızı mı yoksa mavi
kabloyu mu çekmesi gerektiğini düşünen bomba imha uzmanı titizliğinde ve hatta
biraz daha abartırsak sophie'nin seçimi çaresizliğinde ve küçük emrah
bakışlarıyla kilitlendiğin herhangi bir çıkışa emin adımlarla yürümekten
bahsediyorum. bu kaybolmuşluk, bu bilip de bilmemezlik, bu umursamazlık, merak
ve manasız endişe halleri ki; ışığa vardığında ‘lan ben nereye geldim’
şaşkınlığı ve beyninin o an ki bulanıklığı, birbirine benzeyen yollar,
kavşaklar, duraklar sonra. en güzeli de a noktasına gittiğini zannederken
aslında ş noktasına gittiğini k noktasında anlaman diyorum.
çok hoş.
bu sarhoşluk.
.
.