teker üstündeydim. hemen kapının ağzında. bacaklarımı sığdırabildiğim en geniş koltuk sağ arka tekerin üzerindeydi çünkü. kapı açılıp kapandıkça ekimin soğuk yüzüyle karşılaşıyordum. ince, gri yağmurluğumun fermuarını boğazıma kadar çekmek zorunda kaldım. bir süre sonra da okuduğum kitabı kapattım. midem bulanıyordu. karnım açtı. şoför çok hızlıydı. sorduk. bu acelesi neymiş. “dakikaya’ yetişmesi lazımmış. oysa sorsa bize, ki en çok da bana. çok yorucu bir gündü. hem bedenen hem zihnen, o yüzden ‘sarsmadan git’ derdim. ama sormadı. onun yerine ben sordum. “kaptan tabakhaneye mi yetişiyoruz?”
“abi dört dakika sonra meydanda olmazsam ceza kesiyor kahya” dedi. inanmış gibi yaptım. sustum. zaten bulanan midem. acıkan karnım. gitgide soğuyan ekim. hepsi bir tekerin üstündeydi. gözlerimi kapadım. uykum gelmedi. bulantım da geçmedi. önce gözlerimi açtım. sonra telefondaki yazı defterimi. aklıma düşen kelimeleri hiç ayırmadan, sıraya dizmeden yazmaya karar verdim. kapı devamlı açılıp kapanıyordu. insanlar bloklar halinde ve hep müsait bir yerde inip biniyorlardı. ekim soğuktu yine. nedense müzikten de keyif alamadım. tam kapatmasam da sesini kıstım. insanları dinlemek istedim. ama kimse konuşmuyordu. sanki sessizlik yemini etmişlerdi. “iki kadıköy, bir bostancı, bir öğrenciden” başka bir şey söylemiyorlardı. ha bir de “müsait bir yerde” diyorlardı devamlı surette. kimse dün geceki milli maçtan, sınır ötesi operasyondan, akşam yemeğinde ne yapacağından yahut yarınki çok önemli sunumundan bahsetmiyordu. hatta allah sizi inandırsın, her toplu taşımada mutlaka -en az 2 tane- bulunan ve araca biner binmez başlayıp inene kadar boş boş konuşan, 40 yıllık dedikodularını bizle paylaşmaktan çekinmeyen canlı formu bile yoktu. onu geçtim tıka basa dolu dolmuşta bir kişinin bile mi telefonu çalmazdı. çalmadı. hatta şöyle bir çevreme baktım benden başka telefonu kurcalayan da yoktu. allah’ım ne çeşit bir kabusun içindeyim dedim. yalan yok şimdi. ‘üç kulhü, bir elham’ bile okudum. lakin geçmedi. değişmedi hiç bir şey. elden ele para uzatıyorlardı sadece. bir de işte müsait bir yerde...
böyle olunca ben iyiden iyiye işkillenmeye başladım. çünkü ve zira; aylar hatta yıllar sonra kesintisiz ve deliksiz altı saat uyumuştum dün gece. tuhaflığı hissetmiş ama üstünde çok durmamıştım. oysa şimdi düşünüyorum da; her akşam ve istisnasız 16-18 arası, iş yerimin penceresinden kafiler halinde geçerken izlediğim kuşlar da yok iki gündür. şimdi işte bu sessizlik. bu teknolojik oruç. bu tekdüze para alışverişleri. bilemiyorum? bilemiyorum.
derken üniversite durağında dolmuşun yarısı boşaldı. lakin hemen yeniden doldu. bir umut bekledim. ama yine kimse konuşmadı. müziğin sesini sonuna kadar açtım bu kez. aksi gibi trafik yavaşladı. kırmızı stop lambaları, salı pazarının akşam telaşına karıştı. pazarcılar günün son ucuzluk naralarını atarken, akşam pazarının müdavimleri de telaşsız, ağır adımlarla ve sanki hayatın sırrına vakıf olmuşçasına pazar arabalarını çekiyorlardı. hemen yanlarındaki insanlar ise yaman bir çelişkiyle, amansız bir eve dönüş telaşının girdabındaydılar. kolkola girmiş iki kumral kadın misal; seri adımlarla kaldırımları arşınlarken, eli poşetli, mavi montlu, kel adam durağa yanaşmakta olan otobüsü yakalamak için koşuyordu. yine karşı kaldırımda aksi yönde koşar adım yürüyen üç genç adam vardı. oysa bu şehrin sorunu baş döndüren hızı değil miydi? ben bile atlı kovalar gibi yazıyordum. bunu farkedince yazmayı bıraktım. gözlerimi yeniden kapadım. başımı tam soğuk cama dayamıştım ki, içerideki derin sessizliği yırtan bir telefon sesi duyuldu. hani şu eski türk filmlerindeki zil sesi. çılgınca zırlıyordu. gözlerimi açtım. nihayet biri konuşacaktı. fakat konuşan yoktu. telefon mütemadiyen çalıyordu. ama kimse açmıyordu. ses o kadar yakındı ki hani elimi uzatsam ben bile açabilirdim. ama açmadım. sessize aldım..
.