varoş kafe - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

varoş kafe


aylar sonra buradayım. varoş kafe’de.
ilk bahar bitmek üzereydi buraya en son geldiğimde. şimdi ise sonbaharın ilk günleri. kim bilirdi ki sana buradan yazacağımı. buradan çünkü yıllardır hep kendime, hayallerime yazdım. hüznümü, öfkemi ve kısmen neşemi yazdım. insanları yazdım. emekliliğime kalan yılları hesapladım. beşiktaş’ı yazdım. kafenin baş döndüren hızla değişen sahiplerini, ilginç garsonlarını yazdım. güneşi de unutmadım elbet. masmavi gökyüzünü, bembeyaz bulutları sonra. ama bir gün sana yazacağımı ümit ederek belki bilerek ve isteyerek geleceği de yazdım sanırım.
şimdi işte kulağımda makis’in o büyüleyici müziği varken ben o gelecekteyim sevgilim.
peki sen nerdesin?
...
etrafa şöyle bir göz ucuyla bakıp “gerçekten varoşmuş burası” diyorsun. hayır küçümseyerek değil elbet. az gelişmişliğini, şehrin nimetlerinden fazla nasiplenemediğini kastettiğini ikimizde biliyoruz. istanbul’un gelişememiş, tam olarak şehirleşememiş ve bir yanı hep köy kalmış. ama ne köy ne de şehir olabilmiş. arada, arafta kalmış sayısız semtinden biri yalnızca. ortasında zaman zaman öğlen yürüyüşleri yaptığım kocaman bir parkı, arkasında minik bir dağı olan kobi statüsündeki imalat şirketlerinin arasında huzuru arayan kendi halinde bir arka mahalle sadece. 
.
püfür püfür rüzgar alan köşesinde oturuyoruz kafenin. ben çay, sen kahve içiyorsun. sanki ilk buluşmamız gibi. pek konuşmuyoruz. dokunmuyoruz da birbirimize. tenimizden önce sanki gözlerimiz anlaşmaya çalışıyor. gülümseyerek bakıyorum sana. gülerek karşılık veriyorsun. öyle bir cevap ki bu orada yeniden aşık oluyorum sana. 
sonra birden, sağ elini sol omzuma koyarak şaşkınca ve çocukça “aa leyleğe bak” diyorsun. bakıyorum ama önce bu şahane ve doğal halini beynimin bir köşesine arşivliyorum. beynim fotoğrafını çekiyor bu muhteşem anın. yıllarca ve belki ölene dek unutamayacağım bir görüntü çünkü. sonra da başımı işaret ettiğin maviliğe kaldırıyorum. bir değil iki leylek. kaderlerine uçuyorlar. tıpkı seninle benim gibi.
.
otobüsler geçiyor önümüzden. dolmuşlar, turkuaz taksiler. ve elbette insanlar. köy de olsa şehir de olsa hareket hiç bitmiyor. karşımızdaki parkta ağaçlar sonbahar için son provalarını yapıyorlar. bir süre sonra sararıp dallarından ayrılacak yapraklar için veda cümlelerini hazırlıyorlar. yanda, başka bir ağacın gölgesinde oturan orta yaşlı, kahverengi takım elbiseli adam elini çenesinin altına almış kim bilir neler düşünüyor? ne düşündüğünü bilmek inkansız ama düşüncesi okyanus kadar derin, belli.
bense seni düşünüyorum. yanımdayken bile. özlüyorum da hem. garsondan üçüncü çayımı isterken sen başka bir şey istemiyorsun. sadece ve öylece duralım istiyorsun. rüzgar böyle tatlı tatlı essin. biz yan yana oturalım. yüzyıllar boyu. ama sadece ikimiz. biliyorum. çünkü gözler asla yalan söylemez.
...
sonra bir karartı oldu üzerimizde. bardakla kaşığın çarpışma sesi ve derinlerden gelen yabancı bir ses daha. başımı sağa çeviriyorum. mavi kot ceketli, kıvırcık saçlı garson “başka bir isteğiniz var mı?” diye soruyor. 
“isteğimiz?”
tekrar soluma dönüyorum sana sormak için. soramıyorum!
.
.