marttan nisana, oradan da ömrün sonuna hızla yol alan bir tramvayın içindeyiz sanki. insanlar, arabalar, ağaçlar, kuşlar, köpekler, ışıklı reklam tabelaları, anılar ışık hızında geçiyor önümden. ama çalışmanın bu kadar zül geldiği başka bir takvim anımsamıyorum. üç dört gündür santa’nın, jose’nin kulaklarını çınlattım. içimden çalışmak gelmedi hiç. eve gidip güneşli pazartesiler’i bir kez daha izlemek istedim. hatta iki üç kez. bıkana kadar. lakin patrona söyleyecek makul bir yalanım yoktu. öğleni zor ettim. güneşe çıktım. varoş kafeye. çay söyledim. garson her zamanki gibi kahve niye değil dercesine baktı. ocaktaki kadın tepsiyi düşürdü. gürültüye irkilen herkes ocaktan yana döndü. garson dahil. ben hariç. çayımdan bir yudum aldım. yüzümü güneşe, aklımı geçmişe çevirdim. tam beş yıl önceki bugüne gittim. o günkü hatalarımı şöyle bir çek ettim. sanırım şimdi olsa yine aynı yanlışları yapardım. insan çünkü hata yaparak büyüyor. ama asla uslanmıyor, oysa ve bana kalsa bir saniye bile durmam. çeker giderim buradan. babadan kalma bir avuç toprağa. memlekete. göle karşı bir ağaç ev kurarım. hatta iki katlı. aşağısı kafe olurdu. içinde gelişigüzel konmuş, hepsi farklı renkte 4 masa. fazla değil. ama onlarca kitap, müzik cdsi ve sadece iki film dvdsi. bir gün güneşli pazartesileri, ertesi gün smoke filmi olurdu ekranda. film olmadığı zaman ağırlıkla vaya con dios ve tom waits şarkıları çalardı. iki masa da dışarıda olurdu. güneşli günler için. akşama kadar kasabanın yaşlılarıyla, dışardan gelen turistlerin hikayelerini dinlerdim. hikayesi olandan çay kahve parası almazdım. olmayandan da almazdım. sonuçta maksat para değil hoş bir sada kazanmak. hem siz kafe dediğime bakmayın! öyle sabahtan gece yarılarına kadar açık olmazdı. akşam güneş batmak üzereyken kapatıp göl kenarına giderdim. batana kadar güneşi izler, battıktan sonra da gölün etrafında yürürüm. bir gün diyorum. bir gün basıp gideceğim buralardan..
.