beş kasım :
çenemi tutamadım. sol çaprazımda çipil gözleri ve beyaz gömleğiyle
direksiyon sallayan şoföre seslendim; “kaptan” dedim. “ yoksa size de mi ceza
yazmaya başladılar? ilk kez kemer takan bir otobüs şoförü görüyorum da....”
cümlemi bitiremedim. benim konuşmamı bekliyormuş yahut yıllardır
konuşma perhizi yapmış da diyeti bugün bitmiş gibi saymaya başladı: “abi dedi
ceza için değil. kendi canım için. bakma böyle son model göründüğüne bu
meretin. ne hava yastığı, ne başka bir şey var. yolcunun var ama bizim güvenliğimiz
yok. yoksa ceza için değil valla. hem zaten bizim neyimiz var ki, hakkımız,
hukukumuz? evde karısına kızan, söz geçiremeyen gelip bize saldırıyor. yolcusu
ayrı, trafikteki magandaları ayrı. patronları zaten hiç sorma. üç otuz paraya,
köle gibi saatlerce çalıştırıyorlar. sonuçta can güvenliğimiz yok sayın abim.
onun için taktım.” der demez haklısın deyip ben de kulaklığı taktım. ve başkaca
söz etmedim..
tom waits batan günün yorgunluğunu unutturmaya çalıştı. üç dört
yolcu şoföre şurdan geçer mi, burdan geçer mi diye sordu. şoför kimine sakince
cevap verdi. kimine ikinci, üçüncü kez sordurdu sualini. kimilerinin akbili
yetersiz bakiye dedi. kimisinin istanbul kartı tuhaf ses çıkardı. o vakit şoför
müdahale etti. “bazen yapıyor böyle, beyni sulanıyor. sen bir daha dene bacım”
dedi. sonra sessizlik oldu. otobüsün bütün erkek nüfusu mini eteğinin altına siyah fileli çorap
giyen uzun boylu sarışının düzgün bacaklarına baktık bir süre. arkadan yaşlıca
bir kadın sesi “şefer beyy kliması çalışmıyor mu bu arabanın” diye haykırdı. şoförün
cevabı kısa ve netti: “camları kapatın açayım”. ama şoförün mesaisi bugün
bitmeyecekti. inenler. çıkanlar. soru soranlar. sormaya teşebbüs edenler. nihayet; otobüsün ilk basamağına sağ ayağını, kapısına da sol elini dayayan yolcu; “uzun çayırdan geçer mi evladım” diye sordu.
“geçer geçer amca geç” dedi bizim şoför bıkkınlıkla.
...
.
yedi kasım :
herkesin derdi farklı aslında. ama duygusu aşağı yukarı aynı!
çünkü herkesin derdi kendine büyük, kendine çözümsüz. yorgunlukları
edirne’den kars’a kadar. buna karşın umutları ve mutlulukları avuç içi kadar
bile değil.
ne diyordu yeditepe istanbul’un yusuf’u; “hayat sahip
olduklarımızın dışında kalanlarmış meğer.”
öyle mi gerçekten ibrahim?
...
.
sekiz kasım:
sabah işe gidip akşam eve dönmelerdeki monotonluk mu canımızı
sıkan yoksa hep bir şeylere mecbur oluşumuz mu? başkalarının hadi daha açık
konuşalım ailemizin, eşimizin dostumuzun, yakın ve uzak akrabalarımızın,
komşularımızın, iş arkadaşlarımızın ezcümle toplumun en küçük ve en büyük
katmanlarının, geleneğin ve göreneğin bize biçtiği “rolü” oynamaktan mı
yorulduk acaba? istediğimiz sorudan başladık da hep istediğimiz hayata
başlayamadık bir türlü. belki de bu yüzdendir tüm bu yaşam kabızlığımız?
olamaz mı?
olabilir.
ama benim için sadece o değil. kendiminki yetmiyormuş gibi her gün
birilerinin derdini de kendime yük ediniyorum. çünkü ve kahretsin ki nihai
kararı ben vermesem de olayların tam içindeyim. gözümü kapatıp ‘bana ne’
diyemiyorum. yoruluyorum sevgili ibrahim. çok yoruluyorum.
ha ben çok mu sütten çıkmış ak kaşığım? değilim elbet. ama ve
lakin böyle göz göre göre yapılan ‘legal eziyetlere de’ gönlüm razı
gelmiyor. insanlar beni darlıyor. yoruyor. bunaltıyor. kontürü biten akbil
gibiyim. bağırıyorum, çağırıyorum. ama nafile!
kendimi kendimden başka duyan yok.
yağmuru kim döküyor ibrahim?
...
dokuz kasım:
sonbaharın tadını çıkarmalı diyorum bazen de kendime. gözlerini
kapamalı. akşam serinliğinin içine içine işlemesine müsaade etmeli. akabinde
bir tas sıcak mercimeğin hayalini yaşamalı. ya da erkenci kuşların ikindi
vaktindeki telaşlarını düşünmeli mesela. her akşam, her akşam. kuzeyden güneye
çırpınan kanat seslerindeki manayı bulmalı. yahut otobüs camının buğusundan
süzülen ışık hüzmesindeki mucizeyi aramalı. ya da ne bileyim hayır işine falan girmeli kuşlara arada sırada değil de her gün ekmek içi vermeli.
.
ama ben kime diyorum?
oluyor mu? olmuyor.
ak kaşık değilim demiştim. insanız nihayetinde. diyardan
gidemeyince bulunduğumuz kabın şeklini alıyoruz mecbur.
bu akşamüstü misal bir olay cereyan etti.
eskiden olsa pancar gibi kızarır, sinirden ellerim titrer,
tansiyonum çıkar, şekerim falan fırlar en sonda söyleyeceğim bütün kelamları da
bir çırpıda söyler ve en nihayetinde sizin işinizin de gücünüzün de tekerine
çomak sokarım ulan deyip ceketimi alır çıkardım. (gerçi şimdi mevsim kışa
yazıyor. kapşonlu kabanımı alıp çıkıyorum akşamları) ama işte gerek
yok. sinirlenmiyorum artık. her türlü laf sokmalarına, şark
kurnazlıklarına aldırmıyorum. hatta gülüyorum. hatta ve hatta anlamazlıktan
gelip salağa bile yatıyorum. imalı laflarına dolambaçlı cevaplar veriyorum. abd
ile türkiye gibi uzlaşmaz görünüp uzlaşamadığımızda uzlaşıyoruz en azından.
(yoo töbe haşa. arkadan iş falan çevirmiyorum. ak kaşık değiliz dediysek katran
karası da değiliz sevgili ibrahim)
ama ve öte yandan hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür diyorlar ya.
doğru. bazı şeyleri çabuk unutuyoruz. umursamıyoruz. belki umursamak
istemiyoruz. lakin hayat devam ediyor. mevsimler geçiyor. geceler günleri,
akrepler yelkovanları kovalıyor. içimize uhde olup sızı veren başka başka
yaralar hiç hesapta yokken, ansızın sızlatıyor bam telimizi. bazı bir şarkının
unutulmuş nakaratında. bazı tersten esen bir karayel ile.
işyerinin köşesinde yıllardır ve öylece duran ağacı diyorum.
cinsini bilmediğim incir yahut ceviz olma ihtimali yüksek ağaç geçen sonbahar
da böyle çılgınca yapraklarından evvel dallarını savuruyordu. sanki onu
bağlayan her şeyden kurtulup koşar adım kendisini bekleyen kaderine gitmek
istiyordu. lakin kökleri buna müsade etmiyordu. tam on bir ay sonra o orada,
ben burada olduğum halde dikkatimi çekmemiş. ya da ben çekmesini istememişim
belli ki. dedim ya umursamak istemiyoruz. unutmak istiyoruz. fakat olmuyor.
eskiden nevrimizi döndüren 3.şahıs kişilerin her türlü pespayeliğine de
alışıyor insan. ülke ve insanının hokkabazlığına da. ama işte gelgelim kendine
alışamıyor. kendine hiç alışamıyor ibrahim. hem, sıla haklıydı zaten: rengimizi sıyırıp da gitmiş gidenimiz..
...
.
on bir kasım:
ufak şeyleri dert etmeyin hepsi de ufak şeylerdir diyor. az önce
çantama attığım minik kitabın sunuş başlığı. 21.03.2011’de almışım. istiklal caddesi
mephisto kitabevinden. çok iyi hatırlıyorum o günü. nesi ilgimi çekti bu küçük
kitabın ama onu net hatırlamıyorum. çünkü o gün derdim büyüktü. hem çok büyük!
elbette bana göre. bir hafta içinde hem işssiz kalmıştım. hem sevgilimden
ayrılmıştım. aylak aylak istiklalde dolaşıyordum. kendime acıyordum. samuel
beckett’e lanet okuyordum. bir yandan da tünele doğru yürüyordum. sonra ve daha
önce hiç duymadığım bir fransızca şarkı işittim. kafamı sola çevirdim.
mephisto’dan geliyordu müzik. şarkının tamamını dinlemek için kitaplar arasında
dolaşırken kitabı gördüm. kumsalda düşürülmüş, güneş ışığında parlayan küçük
bir mücevherat gibi gözüme battı. ön sözünden okumaya başladım. ne kadar vakit
geçmiş bilmiyordum. fransızca müziklerin kucağında, dünyadan ve mütemmimcüzi
bütün dertlerinden arınmış, huşu içinde kelimeleri yutarken duyduğum koku
dünyaya sert bir iniş yaptırdı. onun kokusuydu bu. bütün can ve cam
kırıklarım, iğnelerim ve çuvaldızlarım bir bir batmaya başladı. mecnun misali
mephisto’da onu aradı gözlerim. bütün bedenim. lakin sabahın dokuzunda üç
kişiydik biz koca kitapçıda. ben, at kuyruklu bir genç ve uykusu kaçmış
yetmişlerinde ak saçlı bir profesör. bir de işte kapının girişindeki kasada
duran kasiyer kız....
kasiyer kız. tabi ya. kapı açık. hava rüzgarlı. e benim de başım
dumanlı... parfümün adını sordum emin olmak için. asılıyor sandı kızcağız. ben
saf saf parfümün ismini beklerken “güvenliği çağırmadan git isteerrsen salag”
dedi. uzatmadım. kitabın parasını ödedim. markiz’e gidip sekiz çay, üç nescafe,
bir tabak kurabiye eşliğinde kitabı bitirdim. yüzümde şapşal bir gülümseme.
yudum reklamındaki aile gibi ayaklarım yerden kesilmiş vaziyetteydim kitap
bittiğinde. tüm sorunlarımı çözmüş, yetmemiş dünyanın esbabı mucizesine vakıf
olmuş gibiydim. temiz havaya çıkıp istanbul mikserine girdiğimde ise ayaklarım
yere bastı. acılarımı, kırıklıklarımı kaldığım yerden, içime içime süzmeye
devam ettim. şu an karşımda otobüsün terkisine ters oturmuş esmer güzeli
görmeseydim şayet bunların hiç biri yazılmayacaktı. zaten hayat dediğin nedir ki ibrahim? sen plan
yapmazken bile, o kendi planına dakikası dakikasına sadık olan kazıklı voyvoda’dan başkası değildir.
...
.
on dört kasım:
soğuk kasım akşamları. yine. yeniden. ellerim her zamankinden buz.
versus bin 215. belki de iki bin beş yüz. nicedir saymadım. sadece sallıyorum.
tıpkı ısınmak için yazdığım gibi, yazmak için de aklıma eseni saçıyorum
ortalığa. hesapsız. kitapsız. üşüyorum. ama seviyorum. bu ayazı. bu havayı.
hissettirdiklerini. otobüsün soğuk camındaki buharı elimin sırtıyla silmeyi.
bir kase sıcak çorba hayal etmeyi falan...
yine açılan kapıdan içeri süzülen kaçak rüzgarı. çağrıştırdığı
anıları. soğuktan parmak uçlarımda oluşan roma rakamlarını sonra...
fransızca şarkılar var bir de. ama hepsi kasımda. yalnızca bu
kahverengi ayda. kasımda diyorum yazmak başka!
mesela uçmak gibi. mesela yemyeşil yamaçlarda yuvarlanmak gibi.
bazen de mesela; aniden içe doğan sebepsiz bir sevinç gibi. kasımda üşümek..
.
niye anlatıyorum ki tüm bunları? yahut yazıyorum?
söylemiştim. kasımda ellerim üşür. hep üşür. herkesten çok üşür.
ısınmak için yazarım ben de. işte bütün mesele bu. yoksa 'şekspir’e bakmayın
siz!
..
hadi arrivederci.
.