iki gün önceki fil gitti, göğsüme göğsüme çöreklenen. lakin sabah annemden ayrıldığımdan beri midemde bir futbol topu bu sefer. basket topu da olabilir. emin değilim. öyle bir baskı. öyle bir ağırlık. oysa dünkü tahliller temiz çıktı. en az 60 sene daha yaşarmışım. fakat annem. yeni ayakkabılarıma takmış sabah sabah. daha açık ve daha sadesi yokmuymuş yaz günü. anne dedim ben kırk yaşındayım. biliyorum dedi. devam etti. o neymiş öyle. sipsivri. mezar gibi. hem sıcakta yanmıyormuymuş ayaklarım. evet çok sıcak sen de çıkma bugün dışarı dedim. tamam dedi. ama yola kadar yolcu etti beni. bıraksam dolmuşa bindirecek. tek bindim sarı dolmuşa. bir şoför, bir ben hareket ettik kartal sahilden. sıcağa ve rutubete inat püfür püfür. sarı sarı gittik eski adıyla rahmanlar’a kadar. rahmanlar’dan içeri girdi şoför. bir yolcu daha aldı. üç kişi olduk. ahmet kaya şarkısı geldi aklıma. biz üç kişiydik. bedircan, nazlıcan ve ben suphi. üç kişiydik sahiden. şoför, sarışın istanbul hanımefendisi ve ben selim. hanım efendi sarışındı, güzeldi ve çok naifti. şimdilerde kaldı mı öyle? lakin o kadar kibardı ki son on yıllık kabalığımızdan dediklerini anlamadım. şoför de anlamadı bana kalırsa. sadece müşteri velinimettir frekansından evet. doğru. haklısınız türünden tek kelimelik cevaplar verdi. sonra sustuk. çok güzel sustuk. çünkü solumuzda adalar öyle güzeldi. deniz öyle maviydi. kuşlar zaten olabildiğince özgürdü. lakin işte midemdeki sıkıntı geçmedi. bilakis doların büyümesi gibi bir genişledi. bir yükseldi. ne püfür püfür esen rüzgar. ne de adalar’ın güzel çehresi dindirebildi içimdeki krizi. bostancı’ya kadar bildiğim tüm diplomatik ilişkileri, arka kapı diplomasisini kullandım. geçmedi içimdeki buhran. bostancı’yı az geçince bir teyze bindi meşhur bir mağazanın çantasıyla. çantasını sağ kolumla, sağ baldırıma oturttu. kendi de yanıma oturdu. şaşkınbakkal ücretini sordu. anlamadı bir daha sordu. 2,75 dedi şoför biraz sinirli. kırmızı ışık yandığında “al canım” dedi uzattı ücretini bizimki. ben cadde bankında düşünceli oturan esmer güzele takıldım. rönesans tablosu fazla mı iddialı olur? ama öyle sahici. öyle güzel. fakat öyle de hüzünlü. sanki onun da midesinde bir top vardı. belki voleybol, belki tenis topu. duru, durgun ve kederli yüzü öyle söylüyordu. yeşil yandı. esmer güzeli kederiyle baş başa bıraktık. bizim teyze poşetinde yazan isimde inmek istedi. “markenspensırda inicem şoför beeyy” dedi uzatarak. anlamadı şoför. “nerde?” dedi. müdahale ettim. “sağda ışıklarda inecek kaptan” dedim. şoför dikiz aynadından gözleriyle bana eyvallah çekti. ben boynumu sola yatırarak lafı mı olur dedim. teyze indi. kolumdaki çantası da. midemdeki top duruyordu ama. feneryolu ışıklarda da ben indim. gözlükçümden yakın gözlüğümü aldım. bu ağustos buhranında eve mi döneyim kadıköy’e mi ineyim ikileminde fazla kalmadım. yine bir sarı dolmuşla kadıköy’e ve başka bir ikilemin kucağına indim.
sahil mi nazım hikmet mi? dedim. piraye cafe’ye geldim. bahçe püfür püfür insanlar şen şakrak. içimdeki sıkıntı biraz erir gibi oldu. tam ortada dört sandalyeli küçük bir masaya oturdum. ilginç bir şey oldu. aralıklarla üç çay içtim. neredeyse her çaydan sonra bir kadın gelip kulaklığıma rağmen bağırarak sandalye için izin istediler. verdim elbet. işkillendim de ama. ‘makaraya mı geliyorum lan’ diye. bir ben, bir oturduğum sandalye ve küçük, yuvarlak mermer masa kaldık ortada. şimdi dördüncü çayı istemeye korkuyorum. bu arada midemdeki top kar topu oldu eridi. doların ateşinin düşmesi gibi bir anda küllendi. rüzgar biraz esse rahatlatacak kıvamda tatlı tatlı esti. ağaç yaprakları ve kuşlar beraber ve solo şarkılar söyledi. çevremde insanlar cıvıl cıvıl,vır vır, mır mır. kimi geyiğin dibine vurdu şuh ve şen kahkahalarla. kimi memleketi kurtardı en vatansever tonda. bense kafamı öne eğmiş bunları yazdım.
sonra işte; kafamı şöyle bir kaldırdığımda bir tepsi çayla kirli sakallı, çekik gözlü esmer kahvecinin bana doğru geldiğini gördüm.