marmara denizi ile ege denizinin öpüştüğü yerde hem tesisatçıyı hem sucuyu bekliyorum. beklerken televizyonun çeken tek müzik kanalında sibel can dinliyorum. hava haddinden fazla sıcak. hani bazen “mevsim normallerinin üstünde” diyor ya haber bültenleri. o derece. ama ve şükür rutubet yok. çünkü burası istanbul değil. ve mutluluğum bayım kelimelerimden anlaşılıyor olmalı. zira bu gitme hallerini seviyorum. uzunluğu ve süresi ne olursa olsun yolda olmayı da. sessizliği ve sakinliği. günahtır belki söylemesi ama insanlardan olabildiğince uzakta olmak için can atıyorum. çok değil daha üç gün evvel bütün istanbul’un hatta ve sanki bütün gezegenin insanlarının çoluk çocuk, genç yaşlı, açık kapalı, işçi memur, slovakyalı hollandalı demeden doldurduğu ve mecburiyetten bulunduğum bir mekandan kendimi dışarı nasıl attığımı hatırlamıyorum. orta yaşı henüz bitirmiş son yaşlardan henüz gün almış cemil ipekçi bıyıklı taksici abinin “hastaneye mi beyim?” sorusuyla kendime geldim.
- bulabildiğin en sessiz en sakin yere çek dedim. yedi buçuk dakikada karacaahmet’e götürdü. az müstehzi, az acılı gülümsedim. cemil abi dikiz aynasından ‘en uygunu burasıydı’ der gibi boynunu büktü.
“iki dakika bekler misin?” dedim.
bekledi. paşa dedemin ruhuna bir fatiha okudum. döndüm. ben biraz daha kalacağım dedim. rüzgar alan büyükçe bir ağacın altına kuruldum. serde muhasebecilik var ya; hemen oracıkta hayat envanterimi yaptım. artılar eksiler, sevaplar günahlar, özlemler ihtiraslar, yanlışlar doğrular, sevinçler hüzünler, dereyi geçmeler arafta ikmale kalmalar falan.
sonuç; yüklü miktar borcum çıktı. yazmanın dışında bana bir tek şey iyi gelirdi. yola koyulmak. neresi olduğuna bakmadan bulunduğum yerden uzaklaşmak. gidilecek yeri nasılsa bulurdum. -susanna tamaro’ya selam olsun!-
diyeceğim o ki bayım; yazarken hissettiğim o mesut duyguyu yoldayken de hissediyorum. hatta ve öyle ki sinirimi zıplatacak hal ve hareketlere daha müsamahalı olabiliyorum. misal bu sabah otobüste benim koltuğa kurulmuş - hem de cam kenarı- abiye tapulu evimi çalan hırsız muamelesi yapmadım.
- merhaba, iyi yolculuklar dedim.
hiç bir şey demedi. mal mal suratıma baktı. takılmadım. sessizce onun koltuğuna oturdum. bilet soran muavine de durumu kibarca izah ettim. keza bagajları koyarken hırtlık yapan aynı muavine ses de etmedim. normal şartlarda kıyamet kopardı. ama ben beyaz gömlekli, kavruk yüzlü muavine öteki yanağımı da uzattım. niye? çünkü sayılı gün de olsa istanbul ve mütemmim cüzü bütün o keşmekeşten, gürültüden, trafikten, kalabalıktan, pinti ve huysuz patrondan ve dahi insanlardan uzaklaşıyordum. bu yüzden can sıkmaya değmezdi. telefonumda üçyüz küsür şarkı vardı. ‘huzur’ vardı. zira tanpınar’ı bu yaz bitirmeye kararlıydım. lakin uykum da vardı.
çok uykum. mümtaz’ın ruh hallerini okurken onu gördüm. bugüne kadar hiç gülmediği biçimde öyle güzel gülüyordu ki. anlatamam. öyle ayakları yerden kesen, öyle bulutlar üstü. ama işte avuç içi kadar mutluluk bana haramdı!
sağ omzundan akın eden sarsıntıyla saliselik cennet ziyaretim sona erdi. cehennem kapısını araladı yanımdaki bunak ihtiyar. inecekmiş köpoğlu. madem erken ineceksin benim cam kenarı koltuğuma niye oturdun. hadi oturdun yüzümdeki yüzyıllık mutluluğuda mı görmedim be adam. huri eliyle cennete inişimide mi fark etmedin? iki dakika daha bekleseydin ben seni ineceğin yere taksiyle bırakırdım. taksiyle..
son tahlilde bayım; hayat bazen sen muhteşem hülyalar görürken gerçek dünyaya dönmek istememekti.
bir saniye kapı çalıyor. tesisatçı gelmiş olmalı. ya da sucu..
kim bilir belki de...