kadıköy iskele'de. sarı dolmuşun dolmasını bekliyoruz. yedi yolcu. bir şoför. fakat dolmuş jeopolitiğinde hiç hazetmediğim, en bi'boktan yerdeyim. girişteki 2,5 kişilik koltuğun tam ortasında. benim koltuğun üçüncü, dolmuşun sekizinci kişisini bekliyoruz. beşiktaş'ı ve memleketi bıraktım. baskül ailesinden bir fert gelmemesi için bildiğim bütün duaları okuyorum. dışarıda hava ayaz mı ayaz. ama bahar. takvimler on mayısı gösteriyor. oysa soğuktan büzüşen parmak uçlarım şubat onbeş'te hala. kapı açık. rüzgar sert ama tatlı esiyor. insanlar geçiyor gözümün önünden. yukarıdan aşağıya. soldan sağa. bulmaca gibiler. ama çabuk çözülüyorlar. hepsinin ortak özelliği sabah mahmuru ve mutsuz olmaları. yüzlerinde kendimi görüyorum. yandaki müzik markette çalan bir portekiz fadosu nedeniyle derin bir hüzne dalmaktan yanıma oturan orta halli bir abi kurtarıyor beni. seviniyorum. tamamlanıyoruz ve hareket ediyoruz siya siya. lakin bu sefer de arkadan, çaprazdan dolmuş parasını rica edenler. sonra üstünü verirken teşekküre tenezzül etmeyenler. canım sıkılıyor. hepsinden sonra en son
adliye diye uzatıyorum kendi ücretimi. avukat sanıyorlar beni. 'avukat değilim' demek istiyorum. diyemiyorum. en az onlar kadar sevilmeyen başka bir mesleğin mensubuyum halbuki. gurur duymuyorum bundan. nefret de etmiyorum. sadece yokuş aşağı vitesi boşa atılmış magirus gibiyim bu aralar. oluruna bıraktım gidiyorum hayat yolunda.
oysa istanbul güzel. istanbul güneşli. ama trafiği dert. sol şeritte sıkışıyoruz. sağa girmek istiyor şoförümüz. 3-4 defa sağ dikiz aynasına bakıyor. yanındaki tekli koltukta oturan sarışın kadın bacaklarına baktığını sanıyor şoförün. halbuki sarışının güzel bacaklarına bakan benim. farketmiyor.
hemen yanımdaki orta siklet abi deryalara dalmış. dün çekilen piyangodan çıkacak parayı düşünüyor gibi. zira aynı şeyi ben de düşünüyorum. solumdaki üniversiteli genç ise hülyalı hülyalı camdan bakıyor. sevgilisini düşünüyor belli. biliyorum çünkü biz de geçtik o yollardan. önce canan sonra vize ve finallerdi sloganımız. hele şuna bakın hele. kesin aşık bu çocuk. ünlü bir ressama poz verir ciddiyette ve hareketsizlikte. bu yaşta başka ne derdi olacak hem. ekmek elden su gölden. hemen önde kirli sakal ve bıyıklarıyla meksikalı kötü adamlara benzeyen şoförümüz tüm vakarıyla kullanıyor dolmuşu. sol elinde bazen sigara bazen direksiyon. sağ elinde ise her daim tesbih ve bazen vites kolu. sonra bu meksikalı halinin aksine türk gibi, erol taş misali pis pis ama bir müstehzi güldü. tam olarak neye güldü anlamadım. düşüncelerimi yakalamış olamaz. bu imkansız. mel gibson'ın filminde oluyordu öyle şeyler. ya da ve belki henüz okumadığım fantastik kitaplarda. ama bu dünyada olamazdı. başka bir şey olmalı diyorum. fakat çok fazla da üstelemiyorum zihnimi ve merakımı. işte tam o sırada sol cenahtaki park ve bahçeler müdürlüğünün çalıştığını farkediyorum. sarı sarı çiçekler dikiyorlar. mfö'nün laleri mi bilmiyorum. çünkü şu hayatta anlamadığım pek çok şey var benim. bunlardan biri de çiçek çeşitleri. bir papatyayı bir de gülü bilirim. gerisi ilkokul terk zihnimde!
derken ineceğim durağa geliyoruz.
-kaptan, adliyede lütfen!
....
.