beş vakit - 15 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

beş vakit - 15

sabah: çayı güzel yapmışlar. ikincisini istedim. geldi. ilkiyle uzaktan yakından ilgisi yoktu. canım sıkıldı. 'zaman işte böyle bir şey evlat' dedim içimdeki çocuğa. "hiç bir şeyi aynı bulamıyorsun." yaşı benim gibi yolun yarısını biraz geçenler bilir ki bu kural sadece çay da değil tüm her şeyde geçerlidir. yaşı geçmeyenler de bilir belki. zira ilk mektep talebeleri daha şimdiden hayattan, trafikten, kalabalıktan şikayet eder olmuşlar. zamana isyan etmeleri ise an meselesi..
.
öğle : doktor geldi dediler. cuma günleri dörtte gelirdi halbuki. olsun. canıma minnetti. iki gündür anlamsız bir sıkıntı vardı zaten içinde. yemeği çabucak yiyip yanına gittim. 'kafa' adamdır bizim doktor. tesir süresi sınırlı olsa da beni ilaçsız iyi ediyor. o kadar söyleyeyim. fakat bugün!.. "doktor bu'ne" diye ünledim odasına girdiğimde. sağ elinin baş ve işaret parmaklarıyla yeni bıraktığı bıyıklarını sıvazlayarak "yakışmamış mı müdür" dedi. cevabım kısa ve netti. "yakışmamış". 
hoşuna gitmedi bu. lafı değiştirdi hemen. "n'olcak bu beşiktaş'ın hali. şampiyonluk tehlikede" dedi. bu da benim hoşuma gitmedi. "işine bak doktor işine" dedim. ve devam ettim söylenmeye; "anlaşıldı sende bu bıyık bende de bu beşiktaş acısı varken anlaşamayız bugün senle. ordan bi' lansor yaz da gideyim ben.." dedim.
reçeteyi yazdı. üstüne de iğrenç bir espri yaptı. tabi onu burada yazacak değilim. ama ve yine de çıktığımda kuş gibi hafiftim. bu doktor işini biliyordu. ya da ben. neyse..
...
ikindi : insanın kendini cellat gibi hissetmesi için birilerini yahut bir şeyleri öldürmesi gerekmiyor. bazı meslekler tam da bu his için var. eskiden insanlar yanıma geldiklerinde onlar kadar olmasa da bayağı bir üzülürdüm. hele bir de evli ve çoluk çocuğu varsa 'şimdi ne yapacak bu adam' diye dert edinirdim. haklı bile olsa patrona verip veriştirirdim. oysa şimdi tamamen duygusuz, robotik hareketlerle evraklarını hazırlayıp imzasını aldıktan sonra kuru bir hayırlı olsunla uğurluyorum onları. insan öğüten bu dişlinin bir parçası olmak. giderek hissizleşmek diyorum sevgilim. ağrıma gidiyor. çok ağrıma..
...
akşam: uzun zaman olmuştu böyle şaşırmayalı. iş çıkışı, zemin kat yerine bulunduğum kata bastım asansörde. aynaya baktım. suratımı ekşittim. dolmuşta iki farklı yere oturdum. önce şişman bir abinin yanına mülteci gibi sığındım. sonra üniversiteli kız inince boşalan tekli şoför yanına gecekondu kapar gibi atıldım. müzik hazırdı. hayatımı düşündüm sonra. aslından iki geceden beri. ve hala yazarken şimdi. ama eski adamlar doğruyu söylemiş. düşün düşün boktur işin. çıkamadım zaten. yoruldum. sonra öyle güzel bir şarkı çıktı ki müzikçalarımda. ama ismini bilmiyorum. anlamını zaten hiç bilmiyorum oysa daha geçen hafta yükledim. yine de tebrik ettim kendimi böyle güzel bir şarkıyı dinlettiğim için yüreğime. üşüdüm sonra. peşpeşe iki camı kapatım. ama sonra şarkıyla birlikte açan güneş içimi hatta ruhumu ısıttı biraz. lakin ben yine hayatımı düşündüm. sıradan hayatımı. hala düşünüyorum..
...
yatsı:
trt müzik açık. sarışın saçları. at kuyruklu. uzunca boylu bir kadın. sanat musikisi icra ediyor. üzerimde bir ağırlık. içimde bir sıkıntı. iki gündür. ağlamazsam sanki. geçmeyecek gibi. işte bu ahval ve şeraitte son vakti yazmaya çabalıyorum. yazmasam ne olur ki? hem kimin umurunda? zarifoğlu düşüyor aklıma ; "acaba ara sıra elle tutulur bir şeye muhtaç olmadığımız için mi böyle perişanız?"*
.
* cahit zarifoğlu