iki sabahtır çok bilmiş uzmanları dinleyip duygumun peşinde dolanıyorum. yaklaşık sekizer bin adımdan on altı bin küsur adım. yoruldum a.k. ve ortada hala bir şey yok. ama göğsümle kursağım arasında bir his, bir el sıkıp sıkıp bırakıyor. bunu hissettirecek maddi şartlara bakıyorum. en kötü ihtimalde bile hallolabilecek meseleler. böyle sıkım sıkım sıkmazlar adamı.
- o halde nedir mesele kıymetlimiz?
işte ben de sana soruyorum can’ım viktor. içses olan sensin. sen söyle.. nedir mesele, mesele nedir?
- cevabını bildiğiniz soruları duymaktan, kendinize sormaktan kaçıyor olabilir misiniz efendimiz. malum, yedinizi de yetmişinizi de en iyi bilen bir fani olarak hani.
hiç yardımcı olmuyorsun canım viktor. hiç. ben zaten yeterince saplıyorum hançeri böğrüme. şok tedavisi mi yapmak amacın?
…
bu korkunç bir şey olmalı! içindeyken bazen vahameti anlayamıyor insan. sığamanak hiç bir yere sığınamanak fırtınanın göbeğinde kalmış savunmasız, sessiz bir gemi gibi. dört duvarın arasında kalamamak, sabahın köründe sokağa atmak kendini. kalabalık artınca da kaçtığın eve geri kaçmak zorunda kalmak. iki ucu boklu değnek sevgili viktor. iki ucu..
…
tutunamayanlar’da mı diyordu hani?
“bugünlerde çok konuşuyorum kendimle. ne yapayım? başkalarının sohbetinden hoşlanmaz oldum..”
ben de bugünlerde kendimi, kendimle konuşurken yakalıyorum sık sık. belli bir konu yok. her şeyden. her telden. konuştuklarımın hepsini yazmıyorum ama. mahremiyet denen bir şey var sonuçta. belki diyorum bir gün.. ..
….
hayat her şeye rağmen tuhaf işte. bu satırları hecelerken aylar, haftalar ve günler evvel yazıp da yayınlamadığım taslak yazılarımı gördüm. şimdi de yayınlanabilirler oysa. ama yayınlamıyorum. silip yok etmeye de kıyamıyorum. bu da başka bir araf. farklı bir dilemma.
halbuki hayat zamanı geldiğinde gitmeyi-silmeyi becerebilenleri ödüllendirir hep!. çünkü okuduğumuz onca kitap, izlediğimiz filmden dahası ve bizatihi hayatın kendisinden bunu öğrendik. öteki türlüsü zira hep eziyet. tam eziyet. değil mi canım viktor?