insan bir kere kırıldığı, vurulduğu, hasar gördüğü, canının yandığı yerden ikinci kez vurulacağı vakit kendini alışmış addedip ilki kadar acıtmayacağı yanılsamasına düşüyor.
en azından ben öyle sandım.
sanmaya devam ettim. çünkü; ardıma bakmadan ufka, geleceğe yürüdüm. anlaşılmaz bir güvenle ruhunu yoran, içinde tarifi tanımsız bir boşluk bırakan, hüzünle dolmaya teşne olan bir kalbi kuşatan o duygu bir daha eskisi gibi vurmaz sanıyorsun. unutuyorsun.
ben unuttum.
hafıza-ı beşer nisyan ile malûldür malum. yıllar geçiyor. yollar değişiyor. evler. arabalar. gördüğün insanlar. yağan yağmur, açan güneş. kuşların beslenme biçimi. işyerindeki çatal bıçaklar. şarkılar. güldüklerin. keza ağladıkların değişiyor. film zevkin. eskiden kızdıkların, yeni yeni sevmeye başladıkların hepsi değişiyor. ama işte içeride bir yerlerde seni sen yapan, kimsenin giremediği hatta kendinin bile kapısını açamadığı bir duvarın arkasında yahut bir kasanın içinde kilitli duran özün, gerçek kimliğin, yeterliliğin, yetersizliğin, yumuşak karnın, gerçeklere karşı dayanılmaz hafifliğin, başlangıç kodların, default ayarların, olaylara karşı takındığın tavrın, bam telin, kıldan ince kılıçtan keskin hislerin aynı duruyor. ve eylem tekrarlandığında hissedilen ilkinden farksız oluyor. hatta ve belki de daha fazlası. olayın yakın ya da uzak geçmişte gerçekleşmesi fark etmiyor. olmuş olması yetiyor.
ben bunu tecrübe ettim.
artık bundan sonrası bana koymaz dediğin yer yanılgının greenwich noktasıdır.
benimki bizim otoparkta başladı!
apartman görevlimiz hayri abi, "hayırdır niye çekiyorsun arabanın fotoğraflarını" diyene kadar bastırdığım, bilincimin çekyat altlarına kadar sakladığım tüm duygular bugünlerde rahat durmayan etna yanardağı'nın savurduğu küller gibi gün yüzüne çıktı. “meseleyi biliyorsun hayri abi. satacağım arabayı o yüzden çekiyorum” dedim. hayri abi rahat durmuyordu böğrüme soktuğu bıçağı sağa sola çevirip daireler çiziyordu içerde. “hay allah, güzel de arabaydı. kaç senedir sendeydi. satmadan çözemiyorsun değil mi?”
- yok abi olmuyor.
halbuki eşyaya karşı bağlılığım da bağımlılığım da yoktur. kaldı ki adına metropol dedikleri bu kaos şehrinde en haz etmediğim şey araba kullanmaktır. mecbur kalmadıkça da kullanmam. hem bazı arkadaşlarım gibi öyle araba düşkünlüğüm, süsüne, ses sistemine, aynasına farına da itina ettiğim yoktur. yok çizilmiş, yok kirlenmiş darlamaz beni. ama..
ama işte.
bir sürü hatırası var. en sevdiğim şarkıları içinde dinlediğim, ben bunca yolu hangi ara geldim diyerek gündüz düşleri gördüğüm, kimsesiz karlı yollarda “dünyanın hakimi benim” hissiyle gittiğim, saros’a, bursa aktarmalı izmir’e güle oynaya gittiğim hüzünlere bürünerek döndüğüm, kimseye demediklerimi direksiyonun gözüne bakarak yalnız ona anlattığım sevgili düldülüm. buraya kadarmış dedim. son bir kez yanağını okşadım. son ve en güzel fotoğraflarını çektim. ama iki bin on yedi nisanından daha çok acıttı bu sefer. yalan yok şimdi.. insan diyorum seviyor ama yokluğa alışamıyor..
.
gaetan roussel & louane - la beaute
..