söze nereden başlayacağımı bilmeden başlıyorum. başlamazsam çünkü hiç başlayamayacağımdan korkuyorum. yazmadan evvel düşündüklerimi tartıyorum zira ve yazmaya değer bulmuyorum çoğu zaman. eskisi gibi yazamadığımı düşünüyorum. çektiğim fotoğrafları da beğenmiyorum. bazen izlediğim filmlerin zevkime uygun olmadığı hissine kapılıyorum. yarım bıraktığım kitapların yarım kalma nedenini kitaptan ziyade kendimde olduğu vehmine sahip oluyorum falan. ezcümle içinde dönüp durduğum yaşamdaki rolümün hakkını veremediğimi yüksek sesle söyler oldum kendime. halbuki kusursuz olmadığımızı, dünyada her şeyin toz pembe olmadığını ilk adımımızda ağlayarak ikrar etmiştik. değişen çağ mıydı yoksa algılarımız mı? bilemiyorum.
oysa bildiğim; bir kısım özel ve kamu teşebbüsleri, meslek odaları ve ilçe belediyesi sabahın sekizinde kutlama mesajlarına başladılar. babalar günüymüş. benim babam öldü demedim.diyemedim! hem onlara neydi?
açmadan sildim kısa ve anlamsız mesajlarını. zaten özel günlerle oldum olası aram yoktur. kendi doğum günümü bile buraya yazı yazmak için araç olarak kullanıyorum. hem araç demişken özde de sözde de demokrasiye inanmam. muktedirlerin, oyun kurucuların dünya halklarını uyutma biçimi olarak görürüm. tıpkı futbol gibi. tıpkı din gibi. gerçeğe ulaşmak için çünkü sahte aracılara gerek yoktur. bunu bilir. bunu söylerim. ama içli şarkılara dayanamam. temmuz sıcağında dolaptan çıkarılan buz gibi çözülürüm. kızgın tavaya eklenen yağ gibi eririm. dağılırım. sabah soğanlı (tarafımızı belli edelim) menemenle uğraşırken -ki sabahları tercih ettiğim bir spor olmamasına rağmen canım istedi- radyoda eda karaytuğ ala gözlüm’ü söylemeye başladı. dünya o vakit dönmeyi bıraktı sanki. kızaran ekmeklerin daha çok kızarmasına hatta yanmasına, kaynayan çayın taşmasına aldırmadan şarkının bitmesini bekledim. beklerken şarkı ve dahası içinde bulunduğum haleti ruhiye hiç bitmesin istedim. babamı özledim..
…