turuncu defter, kahverengi şarkılar ve sararan umutlar - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

turuncu defter, kahverengi şarkılar ve sararan umutlar



yıllar evvel bir defterim vardı. turuncu kaplı. o zamanlar bloglar yoktu. mokeskinler de. olric zaten yoktu! sağda solda okuduğum, hoşuma giden sözleri yazardım. sevdiğim bir iki dörtlük falan. o defter ne oldu hiç bir fikrim yok. ondan geriye kalan; turuncu rengi, bir konfüçyüs sözü bir de william shakespear’a ait olduğu söylenen iki dörtlük ya da bir sekizlik.


semtin parkında, saat yönünün aksine kâh sert,  kâh ağır adımlarla koşturan kalabalığın ardında hem yürüyüp hem de insanların yüzünde genel bir anlam ararken konfüçyüs girdi araya. turuncu defterimin ilk sayfasından bana seslendi;

bir insan, parasını kaybetmişse hiç bir şeyini kaybetmemiş demektir. sağlığını kaybetmişse hayatının yarısını kaybetmiştir. umudunu kaybetmişse her şeyini kaybetmiş demektir.” dedi.

insanların ne düşündüğünü bilemem tabi. beden dili uzmanı da değilim. ama hal ve hareketleri, parkın çevresinde dolanırken, belediyenin egzersiz makinasında sağa sola salınırken ya da bir elinde kocaman termosu, bir elinde çocuğu yanında da kankası piknik masasına yürürken gördüğüm manzara bir fırtına öncesi sessizliğin gerilimiyle birlikte mutsuzluğu dahası umutsuzluğu taşıyor gibiydi. en azından ben kendim öyleyim. belki herkesi öyle sanıyorumdur. bilemem. ama bu ülkede pek çok şey görmüş yaşamış olmama rağmen bu kadar umutsuz olduğum başka bir zamanı hatırlamıyorum ve sebep olanların hiçbirine de hakkımı helal etmiyorum. ha elbette ki benimki “dağa küsen fare tesellisi." ve tabi ki “dağın" bundan haberi olmaz yüksek yüksek tepelerde halktan bu kadar kopuk ve kibir bulutlarında otururken. yaptığım sadece uçuruma giden otobüsün en arka koltuğunda bir yandan bildiğim duaları okurken bir yandan da içimi dökmekten ibaret. tabi her şeyi dökemiyorum. aptalım belki ama o kadar salak değilim. ama şunu yazmazsam kendime ihanet etmiş olurum.
hal-i pür-melalimiz diyorum sevgili abidin; tam da ayranımız yok içmeye atla gidiyoruz çeşmeye vaziyeti. karnımızı, yüzyıl öncesinin hamasi nutuklarıyla doyurup elhamdülillah diyoruz. ama komşumuz aç iken tok yatıyoruz. markette muzlara bakıp çok pahalanmış diyerek iç geçirip almadan çıkan amca için bir şey yapmıyoruz ama soframızdaki manda yoğurdundan, medine hurmasından da ödün vermiyoruz. umarım millet olarak uyandığımızda çok çok geçmiş kalmış olmayız. umarım!!
..
bunları yazdım. ama silmedim. göndermesem de dursun taslakta dedim. sonra da amaaaan siktiret müdür sonunda ölmeyecek miyiz diyerek sol yanımı güneşe döndüm, ayaklarımı kahverengi boyalı belediye bankına uzattım. spotify müziklerini ardı ardına dinledim. bir karga beni kıskanıp karşıma kondu. fotoğrafını çekene kadar uçtu gitti şerefsiz. sonra beysbol şapkalı bir abla basket sahasında tek başına germe esneme hareketleri yaptı. nihayet yılların yorgunluğuyla yanıma yaklaşan bir bey amca köstekli saatini gösterip “saatin kaç evladım benimki durmuş da” diye sordu. telefonuma bakıp saati söyledim. hayat her zaman olduğu gibi kaldığı yerden dünya da doğudan batıya dönmeye devam etti. oysa sonu bu denli kesin olan bir hayat için çok fazla yük ve dert ediniyoruz abidin. çok fazla. 
.
shakespeare mi?
hala ve mıh gibi aklımda sekiz mısrası. ama ve lakin bu enflasyon ve omurgasız siyaset hem fakiri hem de romantizmi öldürüyor abidin. belki diyorum başka sefere yazarım. başka sefere..
.