nisan on yedisi oldu ellerim hala buz doktor. ne tıp bulabildi çaresini ne de ben. oysa kırlangıç fırtınası biteli beş gün oldu. son cemre de düşmüş olmalı. ama işte bir türlü ısınmadı ellerim. durulmadı zihnim. her şey o kadar karışık ki. neyi ne vakit, nerede yaptığını unutuyor insan. hatta kendini kaybediyor oğuz atay'ın dediği gibi. günlük yaşantıların küçük koşuşturmaları içinde.
yazmaya yazmaya yazmayı, okumaya okumaya okumayı unutmuş gibiyim. halbuki şunun şurasında bir haftadır yazmamışım. ve on gündür tek sayfa okumamışım. ama gel gör ki; bir şehirden bir kaç yıl uzak kaldıktan sonra o şehri eski halinde bulamayanların şaşkınlığı ve çaresizliği üzerimdeydi okuduğum ve dahi yazmak istediğim ilk cümlede.
diyor ki yazar;
" romalılar insanlar için öldü demezlermiş. yaşadı derlermiş."*
buna benzer hatta aynı anlama gelen cümleyi daha birkaç gün evvel duymuştum. ama nerde olduğunu hatırlamaya çalıştım bulamadım bir türlü. okuduğum filmler, izlediğim kitaplar birbirine karışmış gibi! eskiden de arabayla eve dönerken nasıl geldiğimi hatırlamaz ama en azından yoldaki bir iki objeyi, sarı yağmurluklu trafik polisini, turuncu şapkalı kadını falan anımsardım. lakin artık işten çıkmamla eve dönmem bir oluyor. aradaki zaman ve anılar eternal sunshine of the spotless mind! kocaman bir boşluk. ve yokluk. keza 24 saat sonunda eskiyen bir gün değil de bir aymış gibi geliyor. dünya hiç bu kadar hızlı dönmemiş, vakit hiç bu kadar çabuk geçmemişti. hakeza rüzgarlar bu kadar soğuk esmemişti.
sanki renkler ve sesler yer değişmiş gibiler. misal rüyalarımda kırmızının en yakıcı tonunda bağırıyorum. köpekler mavi mavi havlıyor, arabaların kornalarından koyu bir siyahlık yayılıyor etrafa. yine duman'ın manası yok şarkısını mırıldanıp yaşama küsen karamsar yanımla edip akbayram'dan güzel günler göreceğiz, güneşli günleri söyleyen iyimser yanım şiddetli geçimsizlik yaşayan karı koca gibi her allah'ın günü kavga ediyorlar. uyutmuyorlar beni. içimdeki savaş önce dışıma sonra da çevre il ve ilçelere yayılacak gibi oluyor. oradan ortadoğu ve balkanlara zaten sıçrar diyorum bu ateş. çünkü saygısız, kuralsız ve had bilmez insanları, yalancı politikacıları, rol kesen sanatçı müsveddelerini artık görmezden gelemiyorum her iki yanımla bodoslama dalmak istiyorum.
yanisi doktor; sanki içimde kocaman bir kaos çiçeği büyütüyorum kaç zamandır. daha da büyümesin diye su vermiyor, gün ışığına çıkarmıyorum lakin nafile. uykusuzluğumdan ve zayıflığımdan besleniyor hain. olayları ve insanları hiç istemediğim yerlere bağlıyor. beni kördüğümlere sarıp dipsiz kuyulara atıyor. özlemlerimi bileyleyip bileyleyip kalbimi kanatıyor. aczimi suratıma suratıma nakşediyor. sonra da karşıma geçip sokak literatürünün en terbiyesiz hareketini çekiyor. olaylar tam da böyle gelişiyor doktor. tam da böyle sevgili doktor..
çay içince çünkü uyuyamıyorum. içmeyince de yaşayamıyorum. bu sabah işte; dublorün dilemmasından hallice içgüveysinden biraz daha iyice olan çıkmazlarımın son perşembesindeydim. pavlov'un köpeği rolünden ve öğrenilmiş çaresizlik modundan çıkıp iki bardaklık çay faslından hemen sonra telefonumdaki 45 dakikalık deep sleep müziğini açıp yattım. çok güzel bir rüyanın başlangıcında şişeyle metalin yüksek sesli öpüşmesine uyandım. rüya piç oldu. saate baktım. beşi üç geçiyordu. sabahın beşinde bu geri dönüşüm canavarını merak ettim. sağımdan kalkıp perdeyi araladım. siyahlar içinde bir adam. başında kasketi, elinde muhtemelen başıboş köpeklerin şafak baskınına karşı savunma aracı olarak yaklaşık bir metrelik sopa ile kuşpalazı sokaktan kuşkonmaz sokağa geçmek üzere adımlıyor. sokak lambasının ölgün, sarı ışığında cismi daha belirgin şimdi. ama hala tedirgin. ikide bir ardına bakıyor. birinin izlediğinden mi şüpheli yoksa köpek saldırısından mı tedirgin; belli değil. ama yaşı en az 59 en çok 65. sivaslı. üç çocuk ve üç torun sahibi gibi yürüyor. ağır. yaşanmış yılların yorgunluğu yavaş ve temkinli adımlarında. sabah namazına camiye gidiyor. hanımı yok. yalnız yaşıyor. iki bahar önce pandemide kaybetmiş. bir daha da evlenmemiş. çocuklarının hepsi evli. hepsinin bir çocuğu var. büyük kızı amerika'da masterdan sonra albany üniversitesinde öğretim üyesi olmuş. amerikalı eşi emlakçı. sekiz yaşındaki torunu hiç türkçe bilmiyor. dolayısı ile konuşamıyor onunla. sadece fotoğraflarına bakıyor. ortanca oğlu. hollanda'da çocuk doktoru. kendi gibi doktor olan eşiyle evlendikten üç sene sonra amsterdam'a yerleştiler. beş yaşındaki kızları felemenkçe ve türkçe biliyor. küçük kızı sirkeci'de mali müşavirlik ofisi işletiyor. kocası sigortacı. bir buçuk yaşındaki kızları henüz yürüyemiyor. dedesi sanki onun yerine de yürüyor. böyle ağır, böyle düşünceli. camiye gidene kadar eşini düşünüyor. cami dönüşü çocuklarını ve torunlarını. dengeyi her gün böyle kuruyor. içindeki kaosla böyle başa çıkmaya çalışıyor. ha bir de; evde gereksiz bulduğu cam şişe, kavanoz ne varsa her sabah bir tanesini atıyor yeşil geri dönüşüm kutusuna sonra da ağır ağır camiye yürüyor.
.
* mehmet günsür-içeriye bakan kim - vixit
.