27-cate blanchett ve menemen - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

27-cate blanchett ve menemen


kitap okutmuyor. film izletmiyor. bir tek şarkılara tahammülü var. onların da gürültüsüz, sakin olanlarına. sabahtan beri dinmeyen bir baş ağrısı. beynimin içi diyorum bayım, karman çorman. devrik cümleler sanki yüzyıl savaşlarını yapıyorlar. cümleler havada uçuşuyorlar. aynı beynim komut veriyor 'yazalım mithadcığım' diyor. bir daha nerede bulacaksın bunca edebiyatı! lakin elim gitmiyor. başım gibi elim de çok ağır. ama cümleler de gitmiyor bir türlü. sanki iki güney koreli devrik cümlelerimle pinpon oynuyorlar beynimde. yazmasam olmaz. yazmasam olmaz! o vakit ben sana mecburum diyorum. yazayım, yazmalıyım. yoksa hayat herkese zor! 

en iyisi baştan başlamak. gerçeği yalnızca gerçeği yazacağıma... ne annemin yıllar evvel ördüğü yün çoraplar ne de geçen kış osmanağa caminin önündeki hacıdan aldığım yün çoraplar fayda etmedi ayaklarımın üşümesine. ayak sıcaklığımı ölçmek için çarşıdaki beyaz saçlı abinin en iyisinden veriyorum dediği gri termal çoraplarımın içine soktum her iki elimi de. sokakta yalın ayak gezmişim gibi bayağı bir serindi ayaklarım. termal çorap olayı yanlış anlamış termos vazifesi görmüş gibi olan soğukluğu muhafaza etmiş sanki. oysa evin içindeyim. dışarı adımımı atmadım. kombiyi doğalgaz faciasını düşünmeden kökledim. sonuç sıfırında altında erzurum pasinler. bu kez konumu değil ama konuyu değiştirdim. kaç vakittir sağda solda methini işittiğim ve dün başlayıp da 20 dakika olmadan bıraktığım cate blanchett'lı tar filmine devam etmek istedim. ne mümkün gitmiyor film. keyt hanım bile kurtaramıyor. (ki büyük hayranıyım kendisinin) yok yine olmadı. yirmi yedinci dakikada bıraktım. doğrusu gözlüklü abiyle bir lokantada oturup mır mır mır anamadığım dil ve müfredattan konuşurlarken ben bir yandan menemen yiyordum.  dedim belki menemen yüzünden. lakin ve yine de çok fazla uzağa gidemedim. bilmiyorum bir türlü içine giremedim filmin. hani bir whiplash tadı mı bekliyordum? onu da bilemedim. belki sonra o da gelirdi. ama gerçek şu ki; iki denemede de başarısız olmuştum. filmi bırakıp şanzelize düğün salonunun kalan otuz sayfasını bitireyim dedim. lakin ne mümkün? ilaç almamak için direniyorum. direndikçe batıyorum. başım çatlıyor. kollar karıncalanıyor. boğaz gıcıklanıyor. hasta olmadığıma ikna etmeye çalışıyorum kendimi. beş sayfa okuyup kitabı da bıraktım bir kenara. başımı geriye yasladım. yağmur yağacak denen gökyüzünden kısa süreliğine de olsa bir hüzme sızdı yüzüme. şak diye düne ışınlandı yüzyıl savaşlarındaki beynim. onu hatırladım. oysa aklımdan çıkmıştı. beş on poz fotoğraf çekerim dediğim kadıköy sahilde umduğumu bulamamış cafer ağa camii önünden, moda caddesini takiben moda'ya adımlıyordum. güneş vardı ama hava ayaz mı ayaz. caddenin güneş alan kaldırımlarına basarak bir yandan da deklanşöre bastıracak enstantaneleri hatta şansım yaver giderse güneşli ve sakin bir mekanda dinlenmeyi gözeterek dikkatlice yürüyordum. sakızgülü sapağını solumda bırakır bırakmaz onu gördüm. doğrusu önce güneşin ısıttığı tahta masaları. ve sonra mekanın güneş alan tek yerinde onu. dünyada değil de bir film sahnesinin içinde gibiydi. ama bir o kadar gerçekçi. ve sanki görünmeyen bir yönetmen onu çekiyordu. onu ve sigarasını.
onu, sigarasını ve içindeki efkar olup havaya karışan dumanını.
onu, sigarasınıı, efkarlı dumanını ve güneş ışınlarıyla çarpışan hüznünü.
önce sağa, sonra sola ve nihayet havaya baktım. ama ortalıkta yönetmen yoktu. hatta dünyada ondan ve benden başka kimse yoktu. omzunda biten permalı sarı saçları bir de. güneş yüksek binalar yüzünden tam anlamıyla saramamıştı. ne hüznünü ne de bedenini. vücudunun yarısı güneşli, yarısı gölgeliydi. gece gündüz. siyah beyaz. neşeli ve hüzünlü. hayat gibi. ama işte o bugün hüzünlüydü. derdi onunla allah arasındaydı. bilemezdik. bilemeyiz. sorsak söyler miydi? o da meçhul. ama ve lakin kesin olan; portre yarışmasında zirveye oynayacak doğal duruşun tek sahibesiydi. izinsiz çekemezdim. izin istemeye de cesaret edemedim doğrusu. malum dünya eski dünya değil. istanbul zaten hiç değil. ama ve sanırım asıl korkum; olur da izin verir ve çektiğim fotoğraf ya iyi olmazsa kaygısıydı. bilemedim. bildiğim; hüznünü ve güneşini çok kıskandığım. sonra da moda'ya gitmekten vazgeçip bahariye'ye yürüdüğüm. herkesin önünde sıra olup poğaça börek aldığı pastaneden değil de hemen yanındaki pastanenin önüne, güneşsiz masalardan birine kurulup çay ve iki sade poğaça söyledim. doktorumun hamur işi uyarısını acımtırak bir gülümsemeyle savuşturup ilk gelen yeşil tramvayın fotoğrafını çektim. blanchett'e rahmet okutacak sarışını çoktan unutmuştum bile. ta ki güneş ışığı az evvel soğuk penceremden yüzüme düşene dek. makinenin çekemediğini zihin çekmişti bir kere. yıllar geçtikçe bulansa da zihin, bazı fotoğrafları hiç unutmaz. ön ya da arka bellekte bir yere mutlaka dosyalar. yeter ki pozlamanız iyi olsun!

.

kolinga - petit homme