uyandım. telefonun saatine baktım. 05:36. kaç vakit sonra ilk kez bu kadar (beş saat) kesintisiz uyuyabilmiştim. sevindim. pencereye baktım. makber havası. her yer karanlık. ama hala yorgunum. gözlerimi kapadım. sanki içimde bir yerlerde kurulmuş saat gibi nahide 'unuttun mu beni'yi söylemeye başladı yeniden. karşı inşaattan bir kaç köpek havladı. iş ve okul servislerinin üzerinden geçtiği oynak rögar kapağının metalik sesi sokağı doldurdu. çatıdaki martı çığlık attı. tam duyabileceğim tüm sesleri duydum derken sert bir fren sesi, sonra araç hoparlöründen dünyayı esir alan telefon çaldırma sinyali. telefonun ucundaki muhtemelen uyuyor. üç dört beş yedi kez çaldı. yok açmıyor. arabadaki de inatçı. kapatmıyor. onuncu çaldırışta uykulu bir kadın sesi. "beş dakikaya iniyorum hikmet."
"tamam canım" diyor hikmet en aşık sesiyle. sonra sıla dinletiyor arabasından bütün sokağa. belli, çok meftun bu kadife sesli kadına. ama işte biraz ayı. kalkma gücünü bulamıyorum kendimde. biraz da Sıla'nın hatırına kımıldamıyorum yerimden. onun şarkısı da fena. daha dilime ve kalbime dolamadım ama çok fena. oysa kalksam ne diyeceğimi biliyorum ayı hikmet'e. onun yerine ön fonda sıla, günün programını yapıyorum kafamda. fiko ile tarihi yarımadada fotoğraf gezimiz var öğlende. öğlene kadar saçımı mı kestirsem? şakaklarımdaki beyazlar yağmur ormanları gibi çoğalıp üst tarafları tehdit eder hale geldi. ense zaten kayıp kıta mu oldu. gözükmüyor. sonra yürüyüş ve kitap biraz. lakin mesaj geliyor. uyanık olduğumdan habersiz fiko özür diliyor. sabaha karşı kayınpederini hastaneye taşımışlar. mühim bir şeyi yokmuş ama tedbir amaçlı bekleyeceklermiş. kartları yeniden dağıtmam gerek. berbere gidesim yok. evden çıkasım da içeride kalasım da. iğrenç bir his. dublorün dilemmasından beter. anlatamam. ağlayamam da.
zihnimi ve kalbimi zorlayan asıl şeyi bulmaktan niye kaçınıyorum bilmiyorum.
yüzleşmekten ya da?
yüzleşmekten ya da?
kitap, egzersiz, kahvaltı. bir kaç haber. saat dokuz buçuk oldu bile. pencerenin kenarında köprüdeki adele gibi bekliyorum. bir karar vermeliyim. zihnimde sahile iniyorum. inmiyorum. iniyorum. inmiyorum. manyak bir oyun. kediler yerdeki kargaları kovalıyor. yarın zaten hastane. cuma çekirgem cüneyt'le buluşacağım. o vakit evden çalışayım bugün. son bir kez daha gökyüzüne bakıyorum. güneş yok. ama yağmur da yok. ani bir kararla fotoğraf makinemi ve 'alper kamu'yu alıp sahile iniyorum.
...
dört beş poz ve eser miktarda yosun kokusunu içime çektikten sonra iyi ki gelmişim diyorum. kulağımda müzik sanki hayattan hıncını alıyormuşum gibi üst üste, üst üste basıyorum deklanşöre. ben hararetle fotoğraf çekerken arkamdan geçen abi kedili bir şeyler söylüyor. önce anlamıyorum bana mı diyor. kafamdaki kapşon ve kulağımdaki müzik buna engel. sonra çözümlüyorum. "ne çok kedi var" diyor. arkamı dönüyorum, abi tek yürüyor. etrafta üç beş kedi, bir kaç martı ve ben. bana söylemiş?
cevapsız bıraktığım için üzüldüm.
cevapsız bıraktığım için üzüldüm.
unuttum.
çömeldim.
duvarda, yola paralel tek sıra duran martıları çekmeye devam ettim. gözüm objektifteyken bir karaltı yanaştı ve aniden sese büründü.
- ayıp değil mi, insanların resmini çekiyorsun?
döndüm, baktım.
altmış, yetmiş yaşlarında bej kaban giymiş bir teyze başımda dikiliyor.
- seni çekmiyorum. bak şu kuşları çekiyorum teyze ne güzeller değil mi?
yüzüme baktı. bir şey diyecek gibi oldu. demedi, ağır ağır uzaklaştı.
şirketin kişisel verileri koruma kanunu temsilcisi olarak en iyi bildiğim konuyu bildiğimi bilmiyordu teyzem. olsundu. hayatta hiç bir şey göründüğü gibi değildi. yanılmıştı. ama eminim benden daha az yanılmıştır şu hayatta.
öyle değil mi zaten?
üç yaşında da olsak seksen yaşında da olsak ölene kadar yanılmaya devam edeceğiz. kâh ders alacağız. kâh almayacağız. ben yine de kendi ana fikrimi alıp cebime koydum ellerimle birlikte. çünkü üşüdüm. bilhassa ellerim. çünkü her kış hatta her sonbahar çok üşürler.
ama fotoğraf çekmeye devam ettim.
teyzeden ayarlı olduğumdan daha dikkatli, yüzü bana dönük olan insan harici hareket eden ne kadar canlı varsa çektim.
çektim.
çektim.
soğuktan büzüşen parmaklarım hissizleşinceye kadar çektim.
bir ara keçiler bastı sahili. bir tanesi dibime kadar girdi. tırstım. tos vuranları oluyordu bunların. fazla belgesel ya da reels video izlemişim. oysa ki garibim baktı benden bir şey olmuyor. yiyecek çıkmıyor. döndü götünü gitti. keçi bile anladı.
ben çok üşüdüm.
beltur'a sığındım.
kahvaltı yapalı çok olmamıştı. ama buranın tostunu da seviyordum. kasadaki olağanüstü kibar arkadaş tek mi çift mi dedi. yalnızlığımızı burada da yüzümüze vurdu. çift kaşarlı ver o zaman dedim!
çayı kartonda değil kupada istedim.
dışarıda kuytu bir masaya oturdum.
kediler sardı etrafımı. hala kaşarlı sevmiyorlar. ben de sosisli sevmiyorum. anlaşamıyoruz. sonra solumdan bir ses;
"kenarlar eser fahriye hanım, ortaya oturalım" dedi.
fahriye hanım ve yanındaki teyze eski İstanbul beyefendisine tabi oldular. kuytudaki ve yanımdaki tek masaya üç kişi sığıştılar. ben birleştirilmiş iki masada tek başıma peşin satmışlar gibi oturmuş aylak aylak denize bakıyordum. tostum ve çayım çoktan bitmişti. çok istememe rağmen muhabbetlerine kulak misafiri olmadan kalktım. benim kalktığım hem geniş hem görece daha kuytu masaya kuruldular. tahta çay karıştırma çubuğunu red kit'e özenircesine ağzıma atıp suadiye'den tarafa yürüdüm..
fahriye hanım ve yanındaki teyze eski İstanbul beyefendisine tabi oldular. kuytudaki ve yanımdaki tek masaya üç kişi sığıştılar. ben birleştirilmiş iki masada tek başıma peşin satmışlar gibi oturmuş aylak aylak denize bakıyordum. tostum ve çayım çoktan bitmişti. çok istememe rağmen muhabbetlerine kulak misafiri olmadan kalktım. benim kalktığım hem geniş hem görece daha kuytu masaya kuruldular. tahta çay karıştırma çubuğunu red kit'e özenircesine ağzıma atıp suadiye'den tarafa yürüdüm..
..
.