istanbul'un kedileri dile gelse - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

istanbul'un kedileri dile gelse

cats

bu sabah canım sıkıldı. sabahları hep canım sıkılır. uykusal ve düşünsel problemler sanırım. sıkıntımı ve stresimi çay giderir. bir de varsa evdeki kabarcıklı koruma naylonunu pıt pıt patlatmak iyi gelir. genelde naylon olmaz. o vakit de Instagram'da tanımadığım insanların, görmediğim yer ve şekillerine naylon muamelesi yapar, pat pat beğenirim. 
bazen de niye yaptığımı bilmeden, ezberlemiş bir eylemle ben de galeriden rastgele bir fotoğraf seçip instagrama eklerim. 

bu sabah işte yukarıda artist bir fotoğrafını gördüğünüz yakışıklı mı yoksa güzel mi olduğunu bilmediğim kediyi ekledim. ben zaten çok kedi sevmem. öyle uzaktan severim. tüyleri alerjime, patileri çocukluğumdan kalma tırmalanmış travmalarıma iyi gelmez. yakından sevemem o yüzden. köpekler daha şanslı. neyse, instagram galerime baktım. eklediğim son altı fotoğrafın üçünde kediler başrolde. kapılar ve pencereler de yancı. manyak kafam birden şöyle bir düşünce ortaya attı ve dedi ki; lan şimdi bir şey olsa, kediler dile gelse, habersiz ve izinsiz çekilen bu fotoğrafları için kişisel verileri koruma kanunu nedeniyle acayip köşe olurlar. 
bu tabi iki şeyi gösteriyor. 
1-bu nasıl bir kafa, sabah çayımın içinde başka bir şey mi vardı? yahut çernobil zamanında yok denilen radyasyon acaba şimdi mi etkisini gösteriyor?
2- ya da ve mantıklı olanı, kapitalizmi ve materyalizmi nasıl zerketmişlerse bünyeye akla ilk gelen örnek parayla pulla ilgili. ha belki de buna teşneyimdir. ve her türlü tüketme dayatmasına karşı direne direne kazanmaya olan inancımın zayıflığındandır.
bilemiyorum doktor.
söylemiştim; ben hiç bir şey bilmiyorum.
bilhassa kendimle ilgili.
lakin buraya yazdıkça öğreniyorum bazı şeyleri. geç de olsa, bazen acılı da olsa yazarken mesela daha önce aklımdan hiç geçmeyen ama sanki yüz yıllar evvel sönmüş volkanik bir dağın derinlerinden gelen lavlar gibi içimden çıkan kelimelere, devrik cümlelere acayip şaşırıyorum. şaşırınca da bugüne kadar dört tekrar yaptığım dan in Real life (2007) filmine uzanırım.
başrol oyuncumuz steve carell'ın çocuklarına bir öğüdünü mırıldanırım. 
"şaşırmak üzerine planlar yapın
gerçi ben plan yapmadan şaşırırım. 
etraftaki insanların hal ve hareketleri, size basit, sıradan gelen hatta iki saniyeden fazla bakmadığınız insan ve olaylar benim ilgimi çeker, şaşırtır. bazen sesli, bazen sessiz sinema izler gibi rahatsız etmeden uzaktan uzaktan izlerim onları. kafamda kendi senaryomu yazarım. misal az evvel bankada işim vardı. memurun eli çok ağırdı. üstelik yazıcısında kağıt sıkışmıştı. çözmeye çalışıyordu. yapacak bir şey yoktu. çaprazımdaki gri takım elbiseli, esmer, sert bir yüz ifadesine ve muhtemel bu hayatta kırk beş yıla sahip şube müdürü radarıma girdi. kahverengi deri koltuğunda geriye kaykılmış, karşısında kendisine bir şeyler anlatan elemanını pür dikkat dinliyordu. beden dilinden çok anlamam ama bayağı bayağı dinliyordu. arada konuşmadan, başıyla bazı cümleleri onaylayarak proaktif olduğunu belli ediyordu. karşısındaki, saçını ensesinde topuz yapmış, beyaz kazaklı kumral kadın nefes almadan anlatıyor anlatıyor anlatıyordu. yarı açık kapıdan bademcik, hastane gibi bazı kelimeler seçilebiliyordu. önce hastalığı için izin istediğini düşündüm. ama yok sanırım evdeki hasta çocuğunu, okuldaki salgını ya da çocuğun kronik hastalığını anlatıyordu. muhtemelen sabah yanındaki masa arkadaşına anlatmıştı. şimdi bir saat geç geldiği iş yerinde müdürüne de açıklıyordu detaylıca. müdür sabırla dinledikten ve kısa kesilmiş kıvırcığımsı siyah saçlarını bir iki kez kaşıdıktan sonra bir şeyler söyledi. yardımcı olmak amacıyla belki tanıdığı bir doktorun ismini verdi. belki arkadaşlarıyla iş planını ayarlayıp çocuk iyileşene kadar izin kullanabileceğini söyledi. müdürün yüzü sertti belki ama duruşundan, bakışından ve dahası aktif dinleyişinden vicdanlı bir adam olduğu anlaşılıyordu. eleman da zaten ve sanki sırf bu önerileri duyup rahatlamak istermiş gibi kendisini anlayan dinleyen bir müdüre sahip olmanın sevinciyle, nazikçe gülümseyerek ve adeta teşekkür ederek çıktı odadan. ben yeniden bizim memura döndüm. yazıcı onarılmış, gerekli bürokratik işlemler tamamlamak üzere karbon kağıtlar imzalanmak için önüme sürülmüştü. isim ve soyadımı yazıp imzamı attıktan sonra teşekkür edip yavaşça postaneden çıkarken son kez bizim müdüre baktım. benim de zamanında dev ofis penceresine baktığım gibi o da başını stor perdelerin arasından sızan boşluğa çevirmiş düşünceler atlasında yol alıyordu. kendi kendime gülümsedim. ve neyse hayali, bir an evvel kavuşması için içimden temennide bulundum.
.

meraklısına * : efendim kaç vakittir gerek mail olsun, gerekse fax ve telex vasıtasıyla "hocam yorumhane ne tarafta bir türlü bulamıyoruz." yahut "yorumlar neden kapalı söz hakkı istiyoruz biz de üniversite mezunuyuz biz de nişantaşı çocuğuyuz" diyenler ya da yorum yapabilmek için gerekli şart ve belgeleri nerden temin edebiliriz minvalinde binlerce mesaj aldığımdan dolayı ve ayrıca bir şey denemek için işbu yazı itibariyle yorumhaneyi siz sabırlı ve değerli okuyuculara açıyorum. artık hoşuma giderse devam ederim. gitmezse kaçar giderim. şimdiden söyleyeyim. sonra şey olmasın..
.
* meraklısına ibaresini kullanmayı çok seven ve geçtiğimiz günlerde blogunu yorumlara kapatıp  instagrama iltica eden  bilader için gelsin bu yazı ve sıradaki şarkı.
hadi bakalım.