"yine de biri çıksa, nasılsın dese alışkanlıkla iyiyim diyeceğim." cahit zarifoğlu - yaşamak
bir çay bahçesinin, ismini bilmediğim bir ağacının altında oturuyorum. yaprakları kavak ağacına benziyor. ama bu ağacın küçük meyveleri var. cevizden küçük. fındıktan büyük. daha buraya oturmadan sarı tişörtlü garsondan sade, soğuk bir soda istedim. çaylarını tatmadığım için tereddüt ettim. söylemedim. mecbur kalmadıkça ya da çay çay diye ölmedikçe öyle her yerde çay içmiyorum. hangi suyla demliyorlar. demlemeden önce çayı yıkıyorlar mı? çaylarının markası 42 numaralı tirebolu mu yoksa rize turist mi yahut piyasadaki sıradan çaylardan mı? hepsi ayrı önem taşıyor. ben bunları kafamda kurarken garson sodayı getirdi.
kapağını açmadan son kez teyit aldı.
- sadeydi değil mi?
sadeydi.
beypazarıydı gelen soda. kızılay içiyordum. ama olsun dedim içimden.
kimse duymadı.
fakat arkada cömert kahkahalarıyla güzide kasacı taklidi yapan ablayı bütün mahalle, hatta dünya duydu. şen şakrak olmak iyiydi. lakin bu kadarı fazlaydı. ablanın on saniyede bir kah kah kah at gibi kişnemesi sinirlerimi bozdu. belki başka bir şeye bozuktum. ama hedefimde bu at kişnemeli, kargı sesli abla vardı. asfalt delme makinasından daha rahatsız ediciydi. hem gülmesi, hem bağıra bağıra konuşması. rüzgar öyle tatlı esiyordu ki bırakıp gidemedim de bu serin bahçeyi. üstelik çaylarını denemeye karar verdim.
uzaktan işaret parmağımı da şahit gösterip "pardon, bir çay alabilir miyim" dedim.
- tabi ki hemen geliyor dedi muhatabım.
hemen de geldi.
rengi kusursuz gözüküyordu.
icazet alır gibi önce altında oturduğum ağacın yeşiliyle karışık mavi gökyüzüne baktım. sonra çaydan bir yudum aldım. fena değildi. ama daha iyilerini içmiştim. o yüzden, sarılı garson boşları alırken "bir çay daha ister misiniz" diye sorduğunda istemedim. bu kararımdan pişman olmam uzun sürmedi. rüzgar tatlı tatlı estikçe, içimde ne olduğunu çözemediğim ateş harlandıkça fellik fellik garsonu aradım. yoktu. tuvalete mi gitmişti. markete çay almaya mı? hepi topu altı masalık müşterilerin yanında da değildi. çay ocağında da gözükmüyordu. nereye gitmişti? hayır lezzetinden değildi bu çay histerim. yazarken, düşünürken mutlaka bir şey içmeliydim. o şey de şüphesiz çaydı. neden sonra merdivenin başında sarı tişörtünü gördüğümde kırmızı görmüş boğa gibi öne atıldım. birinci çayda kullandığım işaret parmağımı uzatıp çay diye bağırdım. at kişnemeli abla dahil herkes sustu. bir anda kendimi çıplak hissettim. sağımdaki iki masa eşrafı bana bakıyordu. anladım ki bütün çay bahçesinin gözü bendeydi. garson dahil. başıyla anladım işareti yapıp aceleci adımlarla içeriye, ocağa doğru yöneldi. arkamdaki şamatacı abla, daha önce hiç duyulmamış, en yeni, en at kişnemesi kahkahasını yeniden patlattı. içimdeki sıkıntı olduğu yerde ters döndü. yumru şeklinde boğazıma doğru ilerledi. garson ikinci çayımı getirdi. şekerliğin altına sıkıştırılmış adisyona bir çarpı atıp beni hangi bilinmezliklerin ortasında bıraktığını fark etmeden ağır adımlarla yanımdan uzaklaştı.
.