denize girmeden tolstoy’un kreutzer sonat’ına başladım. hikaye, ruslar’ın geleneksel sporu olan uzun betimlemelerle başlayınca sıkılır gibi oldum. kitabı kapadım. biraz uzaklara baktım. biraz içime. iki tarafta da pek bir şey göremedim. sadece büyük bir boşluk. gelen seslerin de etkisiyle sağ çaprazıma, yunan adasına doğru döndüm yüzümü. az önce yan tarafıma sandalyeleriyle kamp kuran üç “altın kız” günlük dedikodularını, tekrar eden hayat hikayelerini ve şen kahkahalarını önce denizin ortasına oradan da eko yoluyla karaya taşımışlardı. mutlu görünüyorlardı. neden bilmem bu halleri benim de hoşuma gidiyordu. akşama kadar somurtup duran, sinirli ve telaşlı hareketleriyle etrafımda dolaşan insanlardansa bu “altın kızların” dünyaya egemen olmalarına itirazım olamazdı.
işte bu altın kızların verdiği mutluluk hormonuyla kreutzer sonatı yeniden açtım. bir vagon içinde, kadın- erkek-evlilikler- gerçek aşk üzerine tartışıyorlardı hikaye kahramanlarımız. kitap 1889’da basılmış. 11 ordan, 122 buradan tam 133 yıl sonra hala aynı şeyleri tartışıyoruz. devam edebilirse şayet bu yaşlı ve şişko dünya, bir yüz elli yıl daha tartışılır. çünkü mevzu derin. mevzu her asır güncel. canlı. dünya ve haliyle kadın ve erkek türü yaşadıkça konuşacağız. belki şekli şemali, metodu değişikliğe uğrayacak ama özü aynı şekilde tartışılacak.
dedim ya mevzu derin. konu ağır. otuz beş derece ikliminde daha fazla ilerleyemedim. kitabı kenara koydum. o sırada sudan çıkmakta olan altın kızlar “su mükemmel, çok şahaneydi kızlar, yarın tekrar edelim” diyerek birbirlerini gazlarken ben motive oldum. rusların üç yüz yıllık hayalini tek başıma gerçekleştirip sıcak denize indim..
.