dünya bitmiş, okeye dönüyor diyorlar ibrahim? - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

dünya bitmiş, okeye dönüyor diyorlar ibrahim?




sabahın dokuzu ya da onu. istanbul’da kişi başına düşen nem miktarı, artık derecesi ve seviyesi merak edilemeyecek kadar çok. hem öyle çok ki, değil hareket etmek düşünmek için bile düşünüyor insan. o derece! ve aslında bu istanbul’u temelli terk etmek için tek başına yeter şart sevgili ibrahim. ama o şartlar denen vahim şey yok mu...? 
evet var..
işte o ahval ve şeraitte diyorum; çaresizlikle mecburiyet, cesaret ile ahmaklık eşli dans ediyorlar maskeli bir baloda. ve ben seyircisiyim tüm olan bitenin.
sonra işte, dinlediğim müziği de delip geçen sokak seslerine kulak kabartıyorum. 
ses ayarını yapamayan bir abimiz; “kaz dağları diyor. hep çıkarız diyor. yine çıkacağız diyor. sıfır nem. ve hem oksijen deposu abicim diyor..”
uykusundan yeni kalkanlar, balkonda kahvaltısını yapanlar, çatıdaki martılar, kapıdaki kargalar falan hep abiyi kıskançlıkla hadi ordan len arası bir baygınlıkla dinliyoruz. madem böyle bir imkanın var bu cehennem istanbulunda ne bok yemeye bize anlatıyon amk, bi’sktir git diyoruz. kargalar gülüyor halimize. yoksa siz ciğere mundar diyengillerden misiz diye soruyorlar. ne münasebet canım. sadece nem. nem diyoruz fena. bu sefer hem sıcak, hem nem çok fena azizim. zamanında pamela bacımızı dinleyecektik. istanbul’dan gidecektik. amma ve lakin şimdi anadolu’da bütün dutluklar çevrilmiş. yer kalmamış diyorlar. tersine göç diyorlar. demografi değişmiş diyorlar. ekonomi batmış diyorlar. adalet eski bir ankara, vefa ise istanbul takımıymış diyorlar. kim diyor bunları? kimse demiyor efendim. bizzat yaşıyoruz. içindeyiz bu giderek daralan çemberin. çıkış yolu arıyoruz. fakat çok bilmiş amerikalılar artık no way out diyorlar. onlar böyle deyince ben çocukluğumun denizli ve izmir maçlarını radyodan anlatan murat ünlü’yü anımsıyorum. “mahmut şuuuut yandan aut” diyen kafiyeli ve muhterem spikeri. sonra başka başka şeyler geliyor hatırıma. özlemlerim. yaşanmış ve yaşanmamış anılarım. ama ve lakin; mirkelam bey gibi girersem de çıkamam bu hatıralar atlasından. o yüzden; küresel ısınan dünyama geri dönüyorum. ayağa kalkıyorum. onuncu kattan aşağıya bakıyorum hissedileni kırk beş derece olan istanbul’da. karşıdan bir kadın geliyor kumral saçlarını savurarak. biraz tedirgin, biraz ayakları geri giderek sanki. üstünde sıfır kol siyah bluz. altında ispanyol paça, bej rengi keten pantalon. sokağın başından beri hem yürüyor hem siyah, büyük evrak çantasıyla uğraşıyor bu sıcakta. fermuarı bozuk galiba diyorum. fakat yaklaştıkça içinde bir şey aradığını anlıyorum. onunla birlikte ben de arıyorum kaybettiklerimi. bir süre beraber bulamıyoruz. o yürüyor. ben düşünüyorum. neden sonra buluyor. tam bizim evin önünde kumral saçlarını sağa atmadan önce görüyorum. istanbul kartıymış aradığı. çantayı omzuna atıyor. adımları şimdi daha bir özgüvenli. daha bir kararlı. biraz da sert. bu pazar cehenneminde sokağa çıktığına göre belli ki önemli bir işi, randevusu olmalı derken ben aradığım o geçmişi hala bulamıyorum. düşünüyorum. düşünüyorum. niye hala bu cenderede beklediğime bir anlam veremiyorum. kendime aynı tekrarları yapmaktan yoruluyorum. içimde akıp gitmekte olan konuyu değiştiriyorum. edip akbayram’ın güzel günler göreceğiz çocuklar, motorları maviliklere süreceğiz şarkısına inanmak istiyorum. öyle mavi bir rüyaya yatıp hiç uyanmak istemiyorum mesela. lakin burada pencereleri açmadan, yarin kokusunu duymadan uyunmuyor ibrahim. geceler çünkü artık bir nilüfer şarkısı gibi bize haram. yollar ırak. vuslat beyaz bir bulutun kanadında.. dünya dersen zaten çoktan bitmiş de okeye dönüyor. bu kavurucu sıcaklar, zamansız ve amansız sel felaketleri, çifte hortumlar, pandemiler, endemiler ve daha bir sürü şey. işin tuhafı insanoğlu bu felaketin farkında olmasına rağmen hiç aldırış etmiyor, ölüm gibi unutuyor. belleğinin derinliklerine atıyor. plastik çöplerini, pillerini, bir çok atığını da doğaya attığı gibi. misal sağ köşedeki gölgelikte iki adam. ellerinde -benim gibi- bir telefon. biri mahsun kırmızıgül gibi çömelmiş öteki fosforlu yeşil deniz şortu ve parmak arası terliği ile kafalar önde ha babam telefonu kurcalıyorlar. like alıp like veriyorlar. günlük dedikoduları kontrol ediyorlar. gittikçe küreselleşip genleşen dünyada tecahül-i arif yapıyorlar. ben mi kurtaracağım dünyayı bana be yeaaa der gibi yaşıyorlar. yaşıyoruz. oysa bu sabah önüme düşen haşmet ağbinin yazısında dediği gibi bence de özgürlük; eşyaya bağlılığı azaltmakta. ne kadar az sahip olursak o kadar iyi. istemenin ve insan ihtiyacının sınırı yok zira sevgili ibrahim. bir de işte apple’ın yaptığı ibnelikleri görünce iyice soğuyorum teknolojiden, kapitalizmden ve mütemmimcüzlerinden. uzunca süredir kullandığım telefonlarının bazılarına güncelleme vermiyor ki rocky serilerini geçen yeni nesillerinden alalım. ama bilmiyor ki biz eski nesiliz. yokluk nedir afedersin bokluk nedir biliyoruz. almadım yıllardır. almıyorum lakin artık kabak tadı verdi. samsungla da tenlerimiz uyuşmuyor. ama ahdım var no applecıyım. gerekirse ericsson 628’e dönerim. nokia 3110 falan. hatta mümkünü zor olsa da adamım mike’ın dağ kulubesinde yaptığı gibi telefonsuz bir hayat. ama ve kesinlikle apple ibneliğine prim vermem ibrahim. prim vermem. hem zamanında alem göt olmuş diye boşuna demedik. yine diyorum. yine derim. bir de işte dünya çoktan bitmiş, okeye dönüyor ibrahim. haberin olsun!
.