5- beş saniye içinde videoya atlayabilirsiniz - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

5- beş saniye içinde videoya atlayabilirsiniz



ne vakittir uyduda joy fm yok. radyo voyage zaten yok. eskiden olsa yetkililere sesimi duyururdum. şimdilerde öyle yorgunum ki bırak uğraşmayı bunu düşünecek takatim yok. hayatın -yazı hariç- her alanında düzenli, tertipli biri olarak bu özelliğimi de bıraktım. yemeklerde yaptığım gibi bir sıra gözetmeksizin, gerekirse iki hatta üç benzemezi birbirine karıştırarak yapıyorum artık bütün işlerimi. bu düzen ve sıralama hassasiyetinin bile ayrı bir yorgunluk verdiğini ancak bıraktığım zaman fark ettim. tıpkı sigarayı bırakanların nefes aydınlanması yaşadığı gibi. 
radyo diyordum, evet. bilgisayarı açmaya üşendim. açık olan tv’nin youtube’nda joy fm canlı dinle seçeneğini işaretledim. her şarkıdan sonra çıkan reklamlar can sıksa da çok takılmadan geçiyorum. zaten kitap okuyorum. arkada tın tın müzik çalıyor. ses oluyor. güzel oluyor. kitap dediysem de tek bir kitap değil okuduğum. düzensizliğin rehavetinden kaynaklandığını düşündüğüm yeni bir huyum. aynı anda azar azar üç dört kitabı okumaya başladım. misal sabah elimi yüzümü yıkadıktan sonra daha joy fm aramadan, kahvaltı etmeden aç karnına on sayfa karamazov kardeşler okudum. sonra çayı demlemeye mutfağa gittim. pencereye pıt pıt vuran yağmuru gördüm. yağmuru izlerken karşı apartmanın demirbaşı müktesebat hanımı dün akşam bıraktığım yerde ve yine elinde sigarayla apartman otoparkına bakarken buldum. onun sigarasız halini tahayyül edemiyorum. hatta pencere dışındaki hiç bir halini düşünemiyorum. hiç görmedim çünkü. sanki anne karnından sağ elinin işaret ve orta parmağına sıkıştırılmış bir sigarayla, hatta hatta o mutfak balkonunda dünyaya gelmiş gibi. ve tahminim yine orada hakkın rahmetine kavuşacak gibi duruyor. allah taksiratını affetsin. fakat ben kendimi nasıl affederim onu bilmiyorum. kendimden kaçmak için belki de aynı anda üç kitap okuyor, dört dizi, iki film izliyorum. kahvaltıdan sonra da iki cüz pessoa’nın huzursuz cümlelerine iliştim. huzursuz cümlelere başlamadan önce müzik iyi gelir diye düşünüp youtube şeysini ayarladım. bay soares’i okurken joy fm arka planda bir şarkı, bir reklam devam etti. bir çay daha alıp kafka’nın milena’ya yazdığı bir mektubu okudum daha sonra. zaten ne olduysa ondan sonra oldu. bu satırları yazmaya karar verdim. bu satırları derken yanlış anlaşılıp yukarıdaki düzen, tertiple ilgili söylediklerimle çeliştiğim düşünülmesin. planlanmış cümleler değil hiçbiri. kafka’nın mektubu, yazma hissimi tetikledi sadece. yudumladığım sıcak çay, damağımdaki yarayla temas ettiğinde kafka şöyle diyordu;
 “sevgili bayan milena, yalnızca birkaç kelime yazacağım, yarın yine yazarım. bugün sadece kendim için yazıyorum, kendi adıma bir şey yapmak  için...” 
bu cümleyi okur okumaz ve damağımın acısı geçer geçmez telefona sarıldım yazmak için. burada ironi mi yoksa trajedi mi demeliyim bilemedim. ama farkındasınız sanırım. eskiden yazmak için kağıt-kaleme sarılırdık. şimdi ise... telefonlarımız artık mütemmim cüzimiz hatta bir uzvumuz oldu. onunla yemek yiyor, onunla tuvalete gidiyor, onunla uyuyoruz. öyle ki bizimle birlikte rüya bile görüyor bu akıllı şeyler.  bir yanıyla insanlığın bir parçası ama öte yanıyla da insanı insanlıktan çıkaran bir ‘şeytan’ bana kalırsa. misal dün akşamüstü işyerinin penceresinden bakıyordum. bir baba, ilkokul bir ya da ikiye giden oğlunun okul çıkışına gitmiş, birlikte eve yürüyorlar. ne güzel değil mi? 
değil işte. babanın sıfır numara traşlı kafası elindeki telefona eğilmiş ne oğluna bakıyor, ne dediğini duyuyor. çocuk muhtemelen hayatında ilk kez gördüğü, merak ettiği belki de bir daha görmeyeceği bir şeyi işaret ediyor parmağıyla, bir şeyler söylüyor. ama bizim odun kafayı telefona gömmüş sadece gözlüğü eksik at gibi gidiyor. çocuk bu ama. pes etmiyor. hala gösteriyor. hala anlatıyor. bizim hödük dünyadan kopmuş, cehennemin dibinde götündeki boncuğu arıyor sanki. çok sinirlendim. plazanın koca camını açabilsem ardından bağıracaktım. onlar yan yana, yavaş yavaş biten bir filmin son sahnesi gibi gözden kaybolurken düşündüm. babam benim hiç okul çıkışıma gelmiş miydi? böyle beraber uzun uzun, yan yana yürümüş müydük? adama sinirim biraz olsun geçti. çocuğun hiç olmazsa -babası ne kadar hödük olsa da- ileride biraz hüzne bulanmış mutlulukla hatırlayacağı, beraber okul çıkışı yürüdükleri bir anısı olacaktı. tıpkı benim, o çocuğun yaşlarındayken serin bir bahar akşamı, vapurla karaköy’den haydarpaşa’ya geçişimizi unutmadığım gibi. yahut orta bir ders kitapları için tırmandığımız cağaloğlu yokuşunu....
.
telefonu yani yazmayı bıraktım bir süre. içeriye geçtim. bilinçsizce kitaplığı karıştırdım, kaybettiğim bir şeyi arar gibi. fakat bir şey aramıyordum. aslında içimi saran sıkıntının, hüznün ve özlemin geçmesini bekliyordum. sonra odamdaki pencereyi açıp yağan yağmurla birlikte karşı inşaatta gürültüyle çalışan turuncu yeleklileri izlemeye başladım. bir tanesi beni fark etti. kızıldereli şefi gibi, sağ elini kaldırarak ben dostum der gibi selam verdi. ya da beni uyandırdığını düşünüp özür diledi. çünkü elini kaldırdığında yüzündeki mahcubiyeti tanıdım. ben o abinin iş gören, emek veren elini öperdim de çok tembeldim. şaşkındım bir de. niye bilmem kolay gelsin yerine hayırlı işler çıktı ağzımdan. o da duymadı zaten, sırtını dönüp gitti. pencereyi kapattım. çehov’un altıncı koğuşu’nu açtım. birinci bölümde nikita, moyseyka ve gromov ile tanıştım. fakat daha fazla devam edemedim. öylece durdum. koltuğumda geriye yaslanıp bekledim. youtube reklamının kendiliğinden bitmesini ister gibi. bir mısır koçanı gibi durdum öyle. ama ve aslında bir mucize olmasını diler gibi bekledim. mucizenin içeriğine dair hiç bir fikir yürütmeden sadece bir şeyler, güzel bir şeyler olmasını istedim. hareketsiz. sessiz. kimsesiz. öylece bekledim. bekledim. bekledim. 
.
.