sanki bir türk sanat musikisi eserini icra eder gibi, oldukça mikrofonik ve dahası neşeli -hatta şen şakrak- bir biçimde pırasayla ilgili macerasını anlatmasa yazmak için daha kaç gün beklerdim, allah bilir? çünkü ve zira; iki gündür zorluyordum kendimi yazmak için. doğrusu benim için gelenek haline gelen körfez notlarını erteliyordum. anlam veremediğim bir yazma iştahsızlığı hakimdi bünyede. oysa çok okuyacak, çok yazacaktım bu yaz. geçtiğimiz iki senenin hem acısını çıkaracak hem de açığı kapatacaktım. lakin hayaller uzaktan görüldüğü gibi olmuyormuş gerçekte. bunu bir kez daha test etmiş olmanın acısıyla sanki birini bekler gibi denize bakıyordum.
sonra işte o çıktı sahneye. önce sahilin sonra avrupa'nın ve nihayet dünyanın gözü üzerindeymiş gibi anlatmaya başladı. belli ki ilk ve ortaokulda bütün öğretmenleri en uzun şiirleri, ezberlenmesi ve sunulması en zor görevleri bu hanımefendiye vermişlerdi. üniversitede bütün erkeklerin gözü onun üzerindeydi. ve elbette ki beşer beşer tırmandığı kariyer basamaklarında çalıştığı tüm kurumlarda bölüm müdürleri halt etmiş genel müdürlerin, kıdemli ve kıdemsiz bütün ceoların gözde elemanıydı. bulunduğu tüm ortamlarda dikkatleri kendine toplamalı, yediden yetmişe herkesin ilgisi onun üzerinde olmalıydı. yoksa yaşayamazdı! bu süreç doğal yoldan olmazsa belli dokunuşlarla kendisi müdahale ederdi. aslında bu akşam altıyı yirmi geçe olan da buydu. onun için sıradan bir olaydı. benim için, yeniden yazmak için basit bir sebep. neredeyse bağıra bağıra, en yüksek tonda ama hiç detone olmadan kaç yıl pırasa yemediğini anlattı etrafındaki aile efradına ve sahildeki bizlere. ve dahi yunan adalarındakilere rüzgar marifetiyle. fakat neden yemediğini öğrenemedik. sebebi hayal gücümüze kalmıştı. lakin işte hayallerle gerçeklerin uyuşmadığı bir coğrafyaydı bizimkisi.
o yüzden çok yazmak ve çok okumak dışında başka bir hayale yer vermeden, şehir bir canavara dönüşmeden, sabah altıda kontakla birlikte sertab’ın ‘ben giderim istanbul senin olsun’ şarkısını açtım. batıya doğru yol aldıkça sıcaklık artmış ama bünyedeki stres hissedilir derecede azalmıştı. sanki filmlerdeki gibi büyük bir afetten kaçıyordum. ve o felaketin göbeğinden kurtulan amerikalılar gibi rahatlamıştım istanbul il sınırını geçtiğimde. yol isteyenlere gülümseyerek yol veriyor hatta istemeyenlere için bile kenara çekiliyordum. istanbul kaosunda yıllardır araba kullanmamış gibi herkese ve her şeye karşı sonsuz bir hoşgörü sahibi olmuştum birden bire. ama hayat rahat durmuyordu! kahvaltı için durduğum tesisinin adı kaos dinlenme tesisleri idi. sipariş için gelen garsonu bana iki dakika müsaade eder misin diyerek geri çevirdim. bir insanın, bir dinlenme tesisine neden böyle bir isim koyabileceğinin mantıklı bir açıklamasını aradım çünkü. soyadının olabileceğinden başka bir şey gelmedi aklıma. öyle ya; çekirdekçitlemez nakliyat yahut mezurasız mefruşatçılık böyle bir geleneğin ürünleri değil miydi? olayın soyadı fetişizminden kaynaklandığına kanaat getirdikten sonra garsonu çağırdım. garson, belki askerlik nedeniyle belki ailesinin henüz erken demesiyle bir türlü kurtulamadığı bu küçük yerde yaşamanın, her gün aynı ezberlenmiş müşteri karşılama repliklerini okumanın, kasada kıç büyüten ve akşama kadar her yaptığı hareketi izleyen kaba, hoyrat patronunun söylenmelerinden bunalmış, bir çıkış yolu bulamamış olmanın verdiği büyük can sıkıntısını gizlemeye çalıştığı sahte gülümsemesiyle geldi.
o yüzden çok yazmak ve çok okumak dışında başka bir hayale yer vermeden, şehir bir canavara dönüşmeden, sabah altıda kontakla birlikte sertab’ın ‘ben giderim istanbul senin olsun’ şarkısını açtım. batıya doğru yol aldıkça sıcaklık artmış ama bünyedeki stres hissedilir derecede azalmıştı. sanki filmlerdeki gibi büyük bir afetten kaçıyordum. ve o felaketin göbeğinden kurtulan amerikalılar gibi rahatlamıştım istanbul il sınırını geçtiğimde. yol isteyenlere gülümseyerek yol veriyor hatta istemeyenlere için bile kenara çekiliyordum. istanbul kaosunda yıllardır araba kullanmamış gibi herkese ve her şeye karşı sonsuz bir hoşgörü sahibi olmuştum birden bire. ama hayat rahat durmuyordu! kahvaltı için durduğum tesisinin adı kaos dinlenme tesisleri idi. sipariş için gelen garsonu bana iki dakika müsaade eder misin diyerek geri çevirdim. bir insanın, bir dinlenme tesisine neden böyle bir isim koyabileceğinin mantıklı bir açıklamasını aradım çünkü. soyadının olabileceğinden başka bir şey gelmedi aklıma. öyle ya; çekirdekçitlemez nakliyat yahut mezurasız mefruşatçılık böyle bir geleneğin ürünleri değil miydi? olayın soyadı fetişizminden kaynaklandığına kanaat getirdikten sonra garsonu çağırdım. garson, belki askerlik nedeniyle belki ailesinin henüz erken demesiyle bir türlü kurtulamadığı bu küçük yerde yaşamanın, her gün aynı ezberlenmiş müşteri karşılama repliklerini okumanın, kasada kıç büyüten ve akşama kadar her yaptığı hareketi izleyen kaba, hoyrat patronunun söylenmelerinden bunalmış, bir çıkış yolu bulamamış olmanın verdiği büyük can sıkıntısını gizlemeye çalıştığı sahte gülümsemesiyle geldi.
“tekrar hoş geldiniz efendim, karar verdiniz mi ne alacağınıza?”
ben ne alacağıma karar verdim de sen ne olacağına, ne yapacağına karar verdin mi genç adam?
kumral saçlarını yatırdığı yönün aksine hafifçe boynunu büküp durumu kavramaya çalıştı. bir yandan da ne çeşit bir manyağa çattık bakışı atmayı ihmal etmedi. ama ağzından sadece bir soru cümlesi şeklinde “pardon” kelimesi çıktı. “boş ver aldırma sen, böyle boş boğazlıkların yaparım arada. ben bir kahvaltı tabağı alayım. çay ama büyük bardak olsun. mümkünse o da cam kupa olsun. peki efendim diyerek düşünceli düşünceli ayrıldı genç adam yanımdan. bir süre sonra kahvaltı tabağımla cam kupadaki çayımı bırakıp uzaktan sanki bir şey söylemek isteyip de vazgeçmiş gibi beni izledi. kahvaltımı yapıp ayrılırken de bir şey demedi. ben de söylemedim. ama bu kez sahiden ve içten gülüyordu. onun da hayalini bilmiyoruz. gerçekleşir mi ya da ne kadar gerçekleşir cevabını bulmak havuz probleminden daha zor. lakin devam etmeli. edecek. edeceğiz. ben de devam ettim. başka mola vermeden üç buçuk saat daha yol gittim. ve bir tesadüf eseri hiç akılda ve planda yokken sadece kuzey ege sevdamın peşinden giderken yıllar yıllar evvel ilk deniz tatilini yaptığım okul tesisimizin çok yakınında şimdi yine bir deniz tatilindeyim. bu kasabaya ilk ve tek sefer çeyrek asır önce gelmiştim. hiç değişmemiş diyemeyeceğim o yüzden. ama hayat gerçekten tuhaf, pırasalar falan...
.