10 dokuz - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

10 dokuz


saat onu biraz geçiyor. bir berber taburesi üstünde sıramı bekliyorum. solumda uçuşan beyaz havlular. üstlerinde kırmızı, mavi, pembe mandallar. yukarıda cansever’i kıskandıracak kadar mavi bir gökyüzü. zamanın durduğu noktadayım sanki. belki de sırf bu yüzden hiç bir şey yapma isteğim yok. kendimi sakin sakin esen ilk yaz rüzgarına emanet ediyorum. yıllarca böyle durabilirmişim gibi. sadece ve öylece oturup içimdeki bilinmez özlemin gerçekleşmesini beklemek istiyorum. -becerebilsem- şiir yazdırabilecek güzellikte bir sakinlik. bir mayıs havası. lakin şehir büyük. kent netameli. az ilerideki ters yöne giren araç yüzünden çıkan tartışma rüyadan uyandırıyor beni.
iki buçuk aydır ertelediğim saç kesme merasimi için her zamanki berberimden ziyade en yakın, kuytudaki ve en küçük dükkanın önündeyim. daimi berberim meto affeder inşallah. gerçi dün gece rüyamda özür dilemiştim. o da lafı mı olur abi demişti. bilemiyorum. oysa düşündüğümde yanında olup sıkı sıkı sarılmak, özür dilemek istediğim bazı insanlar var ki. bunun hiç bir şeyi değiştirmeyeceğini, yaşadığım yaşattığım buhrana ilaç olmayacağını da biliyorum. elinden hiç bir şey gelmemenin kederini, hüznünü ancak yaşayanlar bilir. aynı anda iki yerde olmayı isteyip de bunun imkansız olduğunu anlayanlar bilir. çıkılmaz araflarda çırpınanlar bilir. ben her zamanki gibi ne yapacağımı bilmiyorum. sadece uzun uzun burgaz ve onun mütemmim cüzi bir tutam maviliğe bakıp avunmaya çalışıyorum. 
..
şimdi işte; bir kulağım içeride. yeni berberin beni çağırmasını bekliyorum. saçını kestiği müşteriyle dizilerden, artistlerden konuşuyorlar. alâkadar olmuyorum. düşüncelerimden arta kalan vakitlerde, boş sokaktan tek tük geçen insanlar daha ilginç geliyor bana. misal yan apartmanın önüne elinde bir torba patates ve iki ekmekle bir genç geldi. kahvaltıda patates kızartması mı olacak? annesiyle mi yoksa sevgilisiyle mi edecekler kahvaltıyı? keza güneş vuran balkonda mı olacaklar yahut televizyonun açık olduğu mutfakta mı? ben bunları düşünürken kıvırcık saçlı, kirli sakallı delikanlı uzun uzun zile bastı. kim o denmeden otomatik kapı açıldı. genç adam omuzuyla siyah demir kapıyı iterek içeri girerken ben berbere kızmaya başladım. ayrıca meto’ya gitmediğim için de kendime sövdüm. çünkü yeni berberin; “randevuyla çalışıyoruz abi, sakın geç kalma erken gel” dediği vakitten on üç dakika geçti. beş dakika da söylediği zamandan önce geldim. etti mi on sekiz dakika. hala taburede bekliyorum. aslında uzun zamandır bu anı bekliyorum. niye beklediysem? biraz ihmalkârlık, biraz boş vermişlik çokça tembellik. geveze insanları sevmediğim gibi sözünde durmayanları da sevmem. nihayet sıra bana geldiğinde içimde tuhaf bir huzursuzluk vardı. uzak diye gitmediğim berber meto’ya ihanet ediyormuşum hissi. hatta beni tanımaya, kafalamaya çalışan yeni berberin ahiret suallerine bu aldatma sendromu yüzden kısa ve memnuniyetsiz cevaplar veriyorum. ne siyaset, ne beşiktaş’ın şampiyonluğu ne de aynı memleketli oluşumuz ketumluğumdan vazgeçirmiyor beni. garip bir haz, zafer kazanmış komutan edası veriyor bu direnişim bana. fuşya renk tişört giymiş berber pes edip saçlarıma yoğunlaşıyor. tahminimden dört dakika önce bitiyor işi. sıhhatler olsun diyor. ama ve sanırım gelmeyeceğimi anladığı için yine bekleriz demiyor. ben de ücretini takdim edip hayırlı işler dileyip çıkıyorum. 
.
berber çıkışı boş ve sakin sokaklarda yürüyorum yine tuhaf bir hisle. sanki hiç ummadığım ve beklemediğim biri köşelerden birinde karşıma çıkacakmış gibi özlemle ve inatla mahallenin sokaklarında adımlıyorum. ama bırakın tanıdığım birini, serseri kedilerden başka kimseye rastlamıyorum. hafta sonu ve resmi tatillerdeki kısıtlamayı o kadar içselleştirmişim ki yürüme mesafesindeki market alışverişimden sonra doğru eve dönüyorum. sahile inmek aklıma bile gelmiyor. kahvemi alıp balkona, güneşe çıkıyorum. az ötede sadık yârim burgaz ve marmara denizi tekmil verirken, ben berber taburesinde yazdıklarımın, düşündüklerimin ve elbet bu müşkülpesent hayatımın üzerinden bir kez daha geçiyorum... 
.