ekim 27 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

ekim 27



yarım ışık veren ampul gibi sislerin ve bulutların arasından kurtulabildiği ölçüde ısıtan güneşin alnındayım. pazar sabahı, erkenden gelip çalışmak zorunda olan sarı yelekli inşaat emekçilerine bakıp düşünüyorum. kim bilir ne hayalleri vardı? kaçını gerçekleştirdiler acaba? mecbur olmasalar her pazar, sabahın sekizinde ve haftanın tüm günlerinde gelip çalışırlar mıydı böyle uykulu uykulu? denklemi kurmak zor değil. bekarların evlenmek, araba, son model telefon almak vb ihtiyaçları için,  evlilerin ise en az üç çocuklarının ve karılarının iaşelerini sağlamak adına çırpındıkları formülüne ulaşmak için matematik ya da fen bilgisine hacet yok. çünkü ve zira iki dersten hep ikmale kalmış ben bile çözebiliyorum artık denklemi. lakin kendi denklemimi çözemiyorum. yıllardır. uzun yıllardır. mesela on beş yıl üç ay gibi. bu tavan arası boşluğundan hallice yerde biriktiriyorum gerekli gereksiz atıklarımı. belki çoğunu anlamıyor kimse. bazılarını anladığını sanıyor herkes. yine bazıları, kendine yakın bulduğu hatta kendinden saydığı satır arası cümlelerini bulup seçiyor. ama gerçekte; her hayatın kendi şahsına münhasırlığını biliyor içten içe. dün tesadüfen rastladığım bir dizi ya da filminde şöyle diyordu başrol oyuncusunun iç sesi; ‘başkalarının acısına niye böyle dikkatli bakıyoruz? orada ne görmeyi umuyoruz?
yoldaş arıyoruzdur belki! bu dünyada yalnız olmadığımızı, hayatın ve feleğin sillesinin yalnızca bizim suratımızda patlamadığını bilmek belki de gizliden bir rahatlama, devam etme gücü veriyordur itiraf edemesek de kendimize. ya da başka bir sürü şey. ama mevzu bu değil bugün sevgili dostlar, aziz romalılar!
mevzu bir yaş dönümünün daha gelip çatması. ömürden ve elden bir yılın daha uçup gitmesi. böyle olunca yani sona doğru bir adım daha yaklaştıkça ister istemez kendi hesap defterini açıyor insan. bu kadar yıl ne idim, ne oldum, ne yapmaya çalışıyorum, ne yaptım, iyi mi yapıyorum kötü mü, kendimden razı mıyım, bugüne başka türlü gelebilir miydim ya da hiç gelmeyebilir miydim? bitmeyen sorular, dinmeyen iç sızlanmaları.
geçen sene dediğim gibi; iyisiyle kötüsüyle kendi anlayabileceğim dilde, dilim döndüğünce son altı yıldır yazıyorum bu yaş dönümlerini. bu yedincisi oluyor. daha ne kadar devam eder, bundan sonra yazar mıyım yazmaz mıyım bilmiyorum. ama bu sene erkenden yazmak istedim. belki kronik pazar sıkılganlığımdan, belki ‘dolunay ibnesi’ yine bir atraksiyon yapmıştır. bilemiyorum. bildiğim; bu sabaha yine can sıkıntısıyla uyandığım. sebepsiz. şekilsiz. renksiz. kokusuz.
yarım yamalak kahvaltı yapıp dışarı attım kendimi. yürüdüm adımlarca, metrelerce. dakikalarca. bir kaç insan görürüm diye ihtiyacım olmadığı halde bir iki elbise denedim. giydim. çıkardım. tezgahtarın sahte beğenisine inanmış gibi yaptım. bir kaç parça eşya satın aldım. yine yürüdüm. yürüdüm. yoruldum. kürkçü dükkanına döndüm. balkona çıktım. denize ve burgaz’a baktım. bembeyaz bir sis. boşluk vardı. tıpkı hayatım gibi. o vakit yazmak istedim. gelmişimi, geçmişimi. emre aydın’la ahmet kaya arası bir hüzünle vaktinden önce yazmaya başladım 27 ekimi. çünkü bugün öyle bir gün. çünkü, yazmalıydım. bir şeyler karalamalıydım. hem geçmiş muhasebesi için fark eder miydi 27 ya da 25 ekim olması? ya da yıllar önce bir arkadaşımın dediği gibi; “vaktinden önce veya vaktinden sonra ne fark eder, doğmuş olmam yeter” miydi? yoksa doğmamış olmayı mı tercih ederdim? bu kadar çok yükü taşımayı ister miydim? yine olsa yine gelmek ister miydim? beynim diyorum; bu kadar çok soru sorarken yazmasam olmazdı. yoksa niye ve nasıl yazdığım ne fark eder!
.
şimdi işte güneş hala cimri, koyu bir sisin içinde. uykusunu alamamış verimsiz bir memur gibi. keza marmara ve adalar, aynı sise teslim olmuş durumdalar. ben, ben zaten yıllardır... bir tek, karşı inşaattaki sarı yelekli işçiler, sadece onlar veriyor hayatın hakkını. ama onların da ne hayalleri var hala bilmiyoruz..
.