örselendi aşklarım, bir uzak diyardayım - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

örselendi aşklarım, bir uzak diyardayım


beni neyin beklediğinin bilincinde, çok erken çıktım köyden. aslında planım 05:00’de hareket etmekti. lakin ve ancak 05:45 de yola koyulabildim. hani veda edenlerden birisi “dur, gitme” dese hemen oracıkta kontağı kapatmaya hazırdım. ama kimse bekle demedi. ben de beklemedim zaten. 
.
ağustostu, güneş alacadağ’ın ardından yeni doğuyordu. üşüyordum. falat kısa da olsa huzurlu bir serinlik hissettim. dikiz aynasından geriye doğru son bir kez baktım. kıpkırmızı bir güneşi, köyün minaresini, köye tırmanan ağaçlı yolu, sapsarı güne bakanları, ferahlatan çam ormanlarının serinliğini, iki günlük ama yıllarca unutulmayacak anıların baş aktörlerini, hepsini ama hepsini daha oracıkta özleyerek ve hüzünlenerek geride bıraktım. sigara olsa içecektim. yoktu. torpido gözünde ahmet kaya vardı!
.
anadolu’dan istanbul’a yaklaştığım her adımda önce sıcaklık, sonra trafik arttı. elbette sinir katsayım da. huzursuzluğum eski kıvamına gelmiş, yasal sınırları çoktan geçmişti. istanbul’un girişinde artık sinir uçlarım iyice keskinleşmişti. sanki ve yalnızca tüm türkiye değil bütün dünya istanbul’a girmeye, bu yedi tepeli şehirde kendine bir boşluk, bir oyuk bulmaya çalışıyordu. öyle bir kaos, öyle bir telaş. sıcak ve nemi söylemiyorum bile. yedi saatte geldiğim yolun yetmişte birini bir saatte gidemiyordum. bütün araçlar, yayalar, yol kenarlarındaki o çirkin plazalar kollarını açmış beni boğmak istiyor gibiydiler. çaresizdim. ancak çare bendim!
.
cinnet geçirmeme beş vardı. böyle gitmezdi. bu oyun bozulmalıydı. ana yoldan çıktım, ara yollardan, bulabildiğim boşluklardan sahile indim. arabayı denize yakın bir konuma çekip önce pencereyi sonra makis usta’nın bahar’ını açtım. gözlerimi kapadım.
çamlıca gişelerinden geriye doğru gitmeye başladım. doğuya, anadolu’ya doğru gittikçe ve özellikle ılgaz’da önce sıcaklık, sonra araç sayısı ve tabi ki hava kirliliği azaldı. karnımın acıktığını hissettim. galiba bunda yol kenarındaki 1 kg akçaabat köftesi seksen lira tabelalarının etkisi büyüktü. ilginç olan ise; istanbul’dan anadolu’ya giderken 80 liralık köfte anadolu’dan istanbul’a dönerken 75 hatta 70 lira oluyordu. beş on liranın lafı mı olurdu? olmazdı elbet. sadece merak. yol kenarında yüksekçe bir alana kurulmuş, bütün vadiyi gören aktaş kalesi’nde köfteyi yiyip çayı içtikten takribi 4 saat sonra köye geri girdim. ama köyde kimsecikler yoktu. herkes işinde gücündeydi herhalde. sadece kazlar karşıladı beni. pek hoş da karşılamadılar açıkçası. dert etmeyip pelit ağacına koştum. manzara müthişti yine. sessizlik, toprağın ve yeşil nebatatın kokusu da öyle. rüzgarla dertleştim sonra biraz. akabinde bir telli turna geçti üstümden. dedim bir mesaj söylesem iletir misin? dedi hay hay. 
o zaman git konuş onlara. mithad selim iliğini kurutan o istanbul’unuza geri dönmeyecekmiş. de onlara tamam mı kardeş?
ben bunu söyler söylemez, yeşil turna kocaman beyaz bir martıya dönüşüp klak klak ötmeye başladı. öyle ki, ses her geçen saniye daha da arttı. martıyı görmesem biri cama vuruyor diyeceğim öyle sık, öyle tok ve aceleci bir ses. neden sonra martı dile geldi.
“birader buraya park etmek yasak. çek arabanı yoksa ceza yazacağım.”
gözümü açtım. yeşil şapkalı park görevlisi. devletin ve belediyenin ona verdiği yetkiye yaslanıp en otoriter emir kipi ve işaret parmağıyla, uzakta bir alanı gösterip “oraya park et arabanı” diyor.
.