şu yüksek tepeler, adalar değil mi? - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

şu yüksek tepeler, adalar değil mi?

“vıcık vıcık nem. değil hareket etmeye, düşünmeye takat yok. beş metrekare oda. dağınık evraklar. kitaplar. yemek artıkları. mavi ay’ın helyum yutmuş sesli matrak dedektifi geldi aklıma. geçen ay, köşedeki züccaciyeden dört taksitle aldığım vantilatör sağa sola dönmüyor. direk bana nişanlanmış vaziyette. kulağımda müzik. sekiz parça, otuz dört dakika. nazan öncel listesi. döne döne çalıyor. bazen ve sadece bir şarkıyı yineletiyorum. çünkü hasta oluyorum. “şair leyla sokak 40 numarada yaşıyorum. kime sorsan söyler, sol taraftaki eski ev”  dedikçe içimin yağları eriyor. buz kovasıyla maria sharapova’ya meydan okumuş gibi oluyorum.”
evet,
dün akşamki halet-i ruhiyem, pür melalim böyleydi.


bu sabah ise, adalar hipotenüsünün başka bir zaviyesinden bakıyorum dünyaya. iç içe geçmiş büyükada ile heybeli’yi izliyorum. sessiz, sedasız balkonda. misafiriz. annem yanımda. neden sonra iki numara gözlükleriyle “şu yüksek tepeler, adalar değil mi?” diye soruyor. “evet, heybeliada ile büyükada” diyorum. sokak lambasındaki kara karga uzun uzun gaklayarak adeta beni tasdikliyor. annem kızıyor. “git ordan” diye bağırıyor kargaya. “ne istiyorsun anne hayvandan?” diyorum. ses vermiyor. içeri ablama yardıma gidiyor.
..


kahvaltıya kadar uzaktaki yük gemilerini, havadaki uçakları izliyorum. ezberleyecek kadar nazan öncel şarkısı dinliyorum. kahvaltıda güzel şeylerden bahsetmeye gayret ediyoruz. fakat biz uzak durdukça bir şekilde laf dönüp dolaşıp ablamın hastalığına geliyor. iyi olacağına inanıyoruz. o günü bekliyoruz. bu seneye değil ama gelecek sene için tatil planları yapıyoruz. uzakta, göğe dik uzanan çirkin binalardan konuşuyoruz. hemen altımızda istanbul’dan anadolu’ya akan trafiğe bakıp ahh ediyoruz. memlekette diyor annem “bir yer alalım. yazları gideriz en azından. kapımız, bacamız belli olur hem. ellerin yanında durmaktan iyidir.” el dediği; kendi kardeşleri, karıları, kocaları ve çocukları. babamın kardeşleri, karıları, çocukları. “baban olsaydı...” diyor sonra. sonrası gelmiyor. susuyor, gözleri dalıyor. ben diyorum ablama “ varsa bir çay daha alırım.” annemin dikkatini çekmeyi başarıyorum. “oğlum çok içtin diyor yine” sanki akşamdan kalanlar gibi. “yeni başladım daha.” diyorum. gülüyor. ne vakittir ses çıkarmayan karga, yine atılıyor ortaya. uzun uzun gaaklıyor. “pisst, git ordan diyor annem yine kedi kovar gibi. ben anneme uğraşma şu hayvanla diyorum bir kez daha. uzaklardan bir uçak daha iniyor sabiha gökçen’e.
..
saat öğleyi biraz geçiyor. nem vıcık vıcık. rüzgar yok kuvvetinde. annemin bahçesindeyim. akşam sefa’larını bekliyorum. nazan öncel’e ve tomris uyar’a kaldığım yerden devam ediyorum. gülümseyi unutma. son sanrı. kalenin bedenleri. kapaktaki hikaye başlıkları. rüzgar bazen umulmadık biçimde sert esiyor. o zaman sharapova’ya bir meydan okuma. buz kovaları. teşbihte hatalar. tecahül-i arifler ve en nihayetinde huysuz düşünceler birbirini kovalıyor. yapmak isteyip de yapamadıklarım. yapmak istemeyip de yaptıklarım. iki arada kalmaklarım. hem orada hem burada hem hiç bir yerde olmak isteklerim. sovyetler birliği’nin dağılmadan önceki durumuna benzeyen hallerim. neyse ki şarkılar var. neyseki nazan var. nazan kim? 
büyük türk ozanı diyorum ben ona. 
o ne diyor?
insan diyorlar aslıma
aslımız topraktır
..