günlük konuşmalar. rutin diyaloglar. kanıksamışlar artık. şehrin en büyük araştırma hastanesinin koridorlarında. virüsün adı yok. hayat en yeni normalinde. görüş alanım dışında iki erkek konuşuyor.
-kemalettin ağbi arabayı mı satıyorsun?
-hee
-yerine ne alacaksın?
-golf
-ooo hayırlı olsun diyor üçüncü bir ses. kadın.
kemalettin ağbi “saol” diyor mahcup bir edayla. ben maskeli süvari gibi bekliyorum mutfak bitişiğindeki abimin makam odasında. annemle birlikte tahlil örneği vermeye gittiler. boş otururken sesleri dinliyorum. kaşık sesleri, günlük dedikodular mutfaktan. uğultu şeklinde, cümleleri seçilemeyen konuşmalar uzaktan geliyor. içerisi serin. klima yasak. pencere açık. yoksa klima mı çalışıyor? hava mı mevsim normallerinin altında karar vermek güç. mutfaktaki görevli hanım, tüm misafirperverliği ile “bir şey içer misiniz?” diye soruyor. “teşekkürler, almayacağım” demeden önce sesini tanıyorum. kemalettin ağbi’ye hayırlı olsun diyen kadın bu. “bir şey isterseniz içerdeyim, seslenin lütfen” diyor. kemalettin ağbi’den daha mahcup bir şekilde “olur” diyorum. bu yaşananların abimden dolayı ‘ye kürküm’ misafirperverliği olmadığını düşünüyorum. zira sahte samimiyet gösterisi ile gerçek içtenliği ayırt edebilecek kadar yaşadım bu kavanoz dipli dünyada. küçük anadolu şehrinin büyük gönüllü insanlarının tezahürü olarak not ediyorum defterime.
sekiz on dakika sonra bu kez abimin odacısı soruyor; “bir şey alır mısınız?”
canım acayip çay istiyor. ama ona da hayır diyorum. sabah içtiğim çayları çok güzeldi aslında. fakat önceki soran hanım görevliye ayıp olmasın diye ses etmedim. bir kez daha sorarlarsa çay isterim artık. sormazlarsa şansıma küserim.
.
antidotum - terrae
.
antidotum - terrae