en güzel, en net biçimde hafız’ların balkonundan görünüyordu. bu yüzden ne vakit o uzun, karanlık ve yaz kokulu yolculukları özlesem uyduruk bir bahaneyle hafız’larda alırdım soluğu. okmeydanı’na cephesi olan tepelerdeki evlerde otururduk. şehirlerarası otobüsler tam karşımızdaki çevreyolundan geçerlerdi. şimdiki gibi bırakın yüksek binaları bu kadar çok ev bile yoktu. dolayısıyla ve sadece uçan kuşları değil harıl harıl çalışan karıncaları, saz çalıp oynayan ağustos böceklerini, dut ağaçlarının meyvelerini, boş arsada çelik çomak oynayan çocukları ve tabi ki uzun yol otobüslerini rahatlıkla görürdük.
hafız’ların alt katında oturuyorduk. bizim yarım balkondan da görürdüm çevreyolundaki otomobilleri, özellikle uzun yol otobüslerini. sanki hepsi benim memleketime giderdi. hafız kendi memleketine gittiğini iddia ederdi. az kavga etmedik bu yüzden. büyükler araya girdi. ikiniz de haklısınız hatta turgut da haklı dediler. turgut kim? turgut karşı apartmanda oturan sınıf arkadaşımız, mamak’lı. hafız çankırı’lı ben samsun. bizi barıştırmak, aramızı hoş tutmak için yalan söylüyordu büyüklerimiz, biliyordum. yoksa ve elbetteki bütün o otobüsler samsun’a gidiyordu. özellikle tam da bu mevsimlerde. baharın bitip yazın başladığı günlerde otururdum balkona. anneme ekmek arası bir şeyler yaptırırdım. artık şimdi unuttuğum o domatesin kokusu mu yoksa esen kuzeyli rüzgarların etkisiyle mi bilmem gövdesine uzun ve kalınca kırmızı-mavi bir kuşak çizilmiş bembeyaz otobüsün cam kenarında bulurdum kendimi. güneş batmak üzereyken geçerdik 'boğaz köprüsünden'. her defasında önce ne tarafa bakacağıma şaşırır, tereddüt eder sonra tarihi yarımadada karar kılardım. tuzla'dan son yolcu da alındıktan sonra lacivert pantalonlu, mavi gömlekli bıyıkları yeni terlemiş muavin, limon kolonyasını elimize damlatırken "hoş geldiniz" derdi. görüp göreceğimiz tek ikram buydu. o vakitler çünkü çay-kola-kek servisi hatta yolculuğumuzun kaç saat süreceğini bildiren anonslar yoktu. zaten ve yaklaşık 12 saat süreceğini bilirdik. çoğunda da uyurduk. tosya'da çişin var mı diye uyandırılıp yemek molasına, tuvalete inerdik. bizimkiler pek sevmezdi ama gündüz cehennem gibi yanan istanbul sıcağından iç karadeniz'in bu gece ayazına inmek benim hoşuma giderdi. keza mola yerlerindeki anonslarda o cızırtılı, grip olmuş gibi belli bir notada konuşan kadının ne söylediğini anlamazdım ama onu da severdim. lokanta bölümüne girince bir yanda sıcak mercimek çorbası kokuları öte yanda çay kokuları. bunları da severdim. moladan sonra otobüse tekrar bindiğimizde şoför ışıkları söndürmeden önce muavin arkada kalan olmasın diye yolcu sayımı yaptıktan hemen sonra bir kez daha limon kolonyası gezdirirdi uyanık yolcular arasında. sabaha karşı, güneş henüz doğmamışken ama etraf alacakaranlıkken ve nedense yüksek yüksek tepelerin, dağların arasından geçerken şoförün radyosundaki türküyle uyanırdık. aslında gece boyu çalan radyoyu pek duymazdık. şoför acaba hem sabah oldu hem de yolumuz çok az kaldı demek ister gibi radyonun sesini bilerek ve isteyerek açtığı için mi uyanırdık yoksa uykumuzu aldığımız için mi bunu hiç çözemedim. ama çok sevdim. kışın işte en çok bunları özlerdim. yemeyi içmeyi değil. o anın içinde yaşamayı. yolda olmayı. özlem dayanılmaz hal aldığında da hafız'la kavgayı göze alıp bir bahaneyle onlara çıkardım. çünkü anılar en güzel hafız'ların balkonundan izleniyordu.
.
jehan barbur & evrencan gündüz - mamak türküsü