iteration - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

iteration


önce sırtımı ve ensemi, sonra eşofmanı dirseğime kadar sıvayarak kollarımı ve yüzümü güneşe tuttum. yeteri kadar ısınınca doğrusu vücudum yanmaya başlayınca müzikle birlikte şemsiyemi açtım. böyle giderse bu yaz balkonlarda süreriz güneş kremini diye içimden geçirdim. salakça belki ama öyle. bazen allah’ın bildiğini kuldan gizlememek gerek. bazen sadece ve mesela yüz altmış kez aynı şarkıyı dinlemek gerek. çünkü konjonktür bunu gerektirir. bazen de işte sinirler laçka olur her hafta sonu bir şeyler çakan alt komşuya balkon dolusu küfürler savurursun. zira sinir sistemimin stratejik dengeleri bazen böyle yerine oturur. sonra işte bir pınar öğünç hikayesi okudum. hikaye bitince kitabın ilk sayfasına tarih ve yer şerhi düşmediğimi gördüm. büyük eksiklikti. hafızamı zorladım. galiba ocak ayıydı. yoksa şubat mıydı? internetten almıştım. tezer özlü kitabıyla birlikte. birhan keskin var mıydı emin değilim. ama evet ocak olmalı. mart da olabilir aslında. virüs henüz çin’den dışarı çıkmamıştı. fakat biz dışarı çıkabiliyorduk. o zaman ocak olmalı. ben bunları düşünürken ve erol evgin candan erçetin’le düet yaparken yan komşum kapalı balkonunun camını açtı haart diye. ayıp olmasın diye o tarafa dönmedim. zaten kulaklığım takılıydı. duymamış gibi yaptım. fakat olan biteni de yazdım. sonra bazen bakmayı unuttuğum posta kutuma baktım. kimse yoktu. sol kulağımla şakağıma değen son güneş ışını da gidince kimsesiz hissettim. şemsiyeyi biraz sağa çektim. güneş yine solumdan, bu kez sol serçe parmağımdan dirseğime değin uzanıyordu. söylemiştim. güneş enerjisiyle çalışıyordum adeta. ve şimdi biraz olsun mutluydum. sıradaki şarkıya geçebilirdim. bazen işte böyle minik ve tatlı tesadüfler olmalıydı insanın hayatında. çünkü; bu küçük mutluluğun üstüne nefis bir fransızca şarkı çıktı. lakin fazla uzağa gidemedim. şarkı bitince dımdızlak dünyanın en büyük çölüne düştüm. böyle güneşli havada, böyle içerlerde iç’lenmek koydu ilk defa. tüm o ‘haftalarca, aylarca evde kalabilirim, bana komaz’ yiğitliklerimi boka buladım bir anda. fena halde sıkıldım. denizi özledim. tuzlu suyun, yosunla karışmış kokusuna hasret kaldım. kadıköy’ün artık beynimden çok ayaklarımın ezberlediği dar ve küçük, kimi uzun, kimi kısa, hayat kokan sokaklarında umarsızca yürümeyi çok istedim. hiç kitap almasam bile mutlaka bir kaç tanesine girdiğim sahaf kokusuna da aşerdim. amma ve lakin değiştiremeyeceğim şeyi kabullenmeyi de öğrendim aynı vakit. sonra tam karşımdaki inşaatın duvarına tünemiş düşünceli kargayı gördüm. ne fark vardı ki aramızda? şimdilik hiç. o duvara, ben balkona yapışmış bir hayat sürüyorduk. ama işte onun kanatları vardı. birazdan siktir olup gidecekti isteği yere. yalan yok kıskandım şanslı hergeleyi. ben zaten kuşları hep kıskanırım.
gitmek, mümkün mü artık gitmek?
hayır, ben demiyorum yeni türkü söylüyor. neresi sıla bize, neresi gurbet?
önce çoraplarımı çıkardım. sonra fırıncı küreğinden hallice ayaklarımı, güneşe tuttum...
.